“Gidişinin üzerinden üç yıl geçti” diye mırıldandı, kendi kendine konuşur gibi.
Duymamazlıktan geldim. Nasılsa daha önce birçok kez yaptığımı yapıp lafa girmeden, kendi haline bıtakırsam, birkaç cümleden sonra ilgisi başka bir yöne kayacaktı.
“Ama O hala benimle”
Sustum. Devam etmesi için cesaret vermemek adına, kulağım onda gözüm yan masada, öylece oturdum.
“Biliyor musun? İki gece önce uykumda, onun dizi çarptı bacağıma. Sırtım dönüktü ona. Diz temasından sonra, onun yattığı tarafa döndüm. Öyle emindim ki hala orda, öylece uyuduğuna. Sokuldum. Sokulduğum yerde, beni bekleyenin boşluk olduğunu ayrımsayınca, uyandım. Uykulu gözlerim, yastığını aradı, ellerimin dokunuşlarıyla. Ne zaman kaldırmıştım yastığını ve niye; hatırlayamadım. Oysa, O gittikten sonra, uzun süre kılıfını bile değiştirmediğim yastığı, Sinan’ın kokusunu ve başının izini kaybetmeden, öylece durmuştu, burnumun ucunda.”
Bugün susacağa benzemiyor. Hatta daha da kötüsü, hiç susacağa benzemiyor. Bu kadar yıl sonra bile, hala aynı duyguları, bu kadar yoğun, nasıl yaşayabiliyor anlayamıyorum, bu zamanda. Oysa artık sevgiler de ayaküstü atıştırılıyor. Yenilip yutuluyor, daha ağızlar silinmeden, yeni ilişkilere koşuluyor.
“O rüyanın şerefine, sabah ikimiz için mükellef bir kahvaltı hazırladım. Çay demlenirken bir taraftan da yumurtaları haşlayıp, ekmekleri kızarttım. Mis gibi huzur koktu mutfak, o kokuyu o kadar özlemişim ki. Gözlerimi kapatıp o huzurdaki ‘saklı aile kokusunu’ içime çektim. Doyasıya yaşamak için o sabahı, kahvaltıyı o kokunun içine, mutfak masasına hazırladım. Bilirsin mutfağımdaki masa küçüktür ama olsun biraz sıkışık oldu ama yetti. Sonra kahvaltılıkları servis tabaklarına aldım. O salamı çok seviyor diye, her zaman yeğidiğinden iki halka fazla koydum tabağına. Ne zamandır birlikte kahvaltı etmiyoruz ya o sabah şımarsın istedim. Çayları da doldurunca herşey tamam oldu. Birden evde şeker olmadığı aklıma geldi, o panikle elim ayağıma dolanıyordu ki O’nun da benim gibi çayı şekersiz içtiğini anımsayıp rahatladım. Ama O’na ait birşeyi unuttuğum için kendime kızdıyı de ihmal etmedim.”
Aman Allahım neler anlatıyor bu.
“Çayları da masaya koyunca, gelip karşıma oturmasını bekledim, ama gelmedi. ‘Az sonra gelir nasılsa, zaten O masaya hep geç kalır’ dedim içimden, bekledim, çaylar soğudu, olsun bu sabahta soğuk içeriz çayları dedim, yine bekledim, O yine gelmedi. Zaten gelmeyeceğini bildiğimi aklımdan geçirmeden bekledim.”
Bu gidişin nereye varacağını merak etmeye başlamıştım iyiden iyiye, ama belli etmemeye çalışarak, biraz da ilgisiz görünerek, lafı getireceği yeri bekledim.
“O kadar çok bekledim ki, neredeyse gelmeyeceğini kendime itiraf etmek üzereyken, yeni bir fikir geldi aklıma. O an elimden ne gelirse yapmaya hazırdım, O’nun karşımda olmasa da, evimdeki varlığını biraz daha hissetmek adına. Kalkıp banyoya gittim ve duşu açtım. Mutfağa geri geldiğimde kulağım banyodan gelen su sesindeydi ve biliyor musun gülümsüyordum. Üç dilim ekmek yedim su sesleri arasında, hem de inanılmaz bir iştahla. O hala duşta, suyun altındaydı. Yine herzamanki gibi uzun uzun kalmıştı duşta. Hep böyle yapardı zaten. Hafta içi hiçbir sabah birlikte kahvaltı edemezdik. Ben kalkıp giyinir, kahvaltıyı hazırlarken, O uyanıp duşa girer, ben kahvaltıdan kalkıp yatağı toplamaya yöneldiğimde, O kahvaltı masasına otururdu. Bu şekilde koşuştururken evin içinde, karşılaştığımız noktalarda ya küçük küçük öpüşür ya da el şakaları yapardık birbirimize. O sabah herşey tamamdı da sadece 'o küçük ama ömre bedel ayrıntılar’ eksikti.”
İnanmıyorum ya, bu kadının hayal dünyası ne kadar güçlü…
Ya da sevgisi bilmiyorum artık, ama ben iyi ki bu kadar çok sevmiyorum Ahmet’i.
Belki ben de çok seviyorum da zaten bir gün nasılsa gideceğini bildiğimden, varlığına değil de yokluğuna alışmakta bu kadar ısrarcıyım.
Yine başladı konuşmaya, bana düşen dinlemek…
“O küçük ama çok mühim ayrıntıların eksikliği aklıma düşünce, yokluğu gelip oturdu içime. Ama o sabah hiçbir şeyin keyfimi bozmasına müsaade etmeyecektim, e nede olsa, hatta hayal bile olsa, üç yıldır ilk kez Sinan evime gelmişti. Bütün gece yanımda yatmıştı, bana bile farkettirmeden ve şimdi sabah olmuştu ve varlığı hala burda, benimleydi. Bakma bana öyle ağzını açıp, hayal bile olsa, bunu yaşamak, herşeye bedel, tamam, anlatıyorum ama bilesin, anlamanı beklemiyorum, istediğim tek şey sessizce dinle beni, tamam mı?”
Tamam dinliyorum, duyduklarım karşısında boğulduğumu, yere geçtiğimi hissetsem de, dinliyorum. Sen anlat, aslını istersen benim de ilgimi çekti yaşadıkların, demedim tabi, daha da batmasın diye o karşılıksız sevginin içine, gözlerim bu kez elimdeki çakmakta, sadece ‘dinliyorum’ diyebildim.
Gözlerimin dolduğunu görmesin diye bakmadım O’na, bakamadım.
“Nerde kalmıştık? a evet hatırladım. O'nun evdeki varlığının devam ettiğini gösteren duş sesinde kalmıştık. O duşta kalmaya devam ediyor, bir türlü çıkmıyordu. Banyoya girip, O’nun yokluğuyla karşılaşmamak için, hemen atağa geçip, yeni bir fikir daha geliştirdim. Aklıma geleni o kadar çok beğenmiştim ki, iki kez boşluğu öpüp, bu öpücükleri, o dahiyane fikrimin yanaklarına gönderdim. Ne iyi yapmışım değil mi? Böyle bir fikir sadece öpülür, duyunca sen de öpeceksin. Hele bir dinle. Dedim ya banyoya gidip suyu kapatsam, Sinan’ın yokluğuyla karşılaşacağım. Banyoya girip suyu kapatmak yerine, evin giriş kapısının hemen sağında bulunan vanayı kapattım. Nasıl fikir ama, beğendin sen de bu fikri, yüzünden belli, hadi itiraf et, niye itiraf etmiyorsun? Her neyse, ben bu vanayı kapattım ya, kulağım tabii ki şarıl şarıl akarken birden tazziği düşen duş sesinde. Dış kapıyı kapatıp, yaslandım ve bekledim, su sesinin tamamen kesilmesini. Duşa dair tüm sesler kesilince, vestiyerden çantamı alıp çıktım evden. O’nu orda, evimin banyosunda ıslak ıslak bırakarak.”
Sustu çok şükür. Üşüdüğümü hissettim birden. Aynı anda aklıma Ahmet düştü, daha bir üşüdüm şimdi. O beni hep üşüttü zaten, bu yeni bir şey değil. Onun da öyle uzun uzun duş alışları oluyor. O gittiğinde bende mi Solmaz gibi olacağım? Ama yok olmam ben, çünkü Ahmet, Sinan gibi değil. Sinan Solmaz’ı görüp aşık olduğunda, bütün boş vakitlerini Solmaz’a ayırmıştı. Canım Solmaz, ilk başlarda bana vakit ayıramadığı için ne kadar da suçlu hissetmişti kendini. Bekle diyordu bana, senden vazgeçmiş değilim, biraz yoluna girsin, durulsun birşeyler, seninle yine beraber vakit geçireceğiz. Ama Sinan, O’nun hayatına girdiği günden itibaren sadece telefonlarla yetindik. Şikayetçi olmadım, çünkü arkadaşım mutluydu, bu da bana yetti, yetmişti.
Evet Ahmet, Sinan gibi değildi, ta en başından beri. Ahmet hayatıma girip rengini gösterince, Solmaz’ın telefon görüşmelerimizde Sinan’a dair anlattıklarını hatırlayıp, Ahmet niye Sinan gibi değil deyip o kadar çok kendimi yemişliğim vardır ki. Kendimi yiyip yiyip, Ahmet’in ağzını aramış, hiçbir soruma cevap alamamıştım. Evet ya da hayır gibi kısa cevaplar bile vermeyip, susmuştu. Hala susuyor.
Ah Ahmet, adresin belli de benim elim pulunu yapıştırmaya gitmiyor, diye kemdimle konuşmaya dalmışken Solmaz’ın sesiyle kendime geldim.
“Sinan’ı ıslak ıslak bırakıp evden çıktığım o gün, hayatımın en mutlu günüydü, biliyormusun? Gün çok çabuk geçti. Eve nasıl mutlu döndüm, bilemezsin. Ama daha anahtarı kapıya sokmadan, yokluğunun kokusu burnuma geldi, anlıyorsun değil mi beni? “
Hayır anlamıyordum, bu kadar anlaşılmayı beklerken bunu ona söyleyemedim.
Nedir bu halin, topla kendini, hiç diyemedim.
Sevmek eskidendi diye mırıldandım sadece kendimin duyabileceği şekilde. Aklımdan geçenleri, dilim varıp söyleyemesem de yüzümden anlasın diye, uzun uzun baktım gözlerinin içine.
“Aklından geçenleri çok iyi anlıyorum, inan. Ama elimde değil. O kadar çok şey, O’nu hatırlatıyor ki bana, başka türlüsü elimden gelmiyor. O'nu unutmaya uğraşmıyor muyum? uğraşıyorum, elimden gelen herşeyi yapıyorum, biliyorsun. Hatırla lütfen, yeni bir ilişkiye başlamayı bile denedim, ama olmadı. Olacaktı belki, adı neydi O’nun unutmuşum, ilk buluşmamıza gelirken Sinan’ın kazağının aynısını giyip gelmesini ben mi istedim ondan? a bak hatırladım adını, Tekin. Tekin’in gittiği yere kadar gidecektim ve inandırmıştım kendimi, sonucu ne olursa olsun, bu ilişki bana iyi gelecekti. Yeni bir heyecan, ne güzel olacaktı, bakma öyle inanmaz inanmaz, ben kendime inanmıştım, o kazak olmasaydı o gece Tekin’in üzerinde, Sinan o gece ölecekti.”
Sinan ölmeyecek, O’nu öldüremeyeceksin, çünkü istemiyorsun bunu, gerçekten istemiyorsun, diyemesem de içimden geçirdim, o sigarasını yakarken.
“Sinan dönmeyecek, artık dönmesini de istemiyorum desem, biliyorum inanmayacaksın bana, ama istemiyorum artık onun dönmesini, yokluğu beni o kadar yaraladı ki, dönüşünden sonraki varlığı, iyileştiremez o acıyan yerlerimi.”
Sustum yine ve sadece yüzüne baktım.
“Tabi tabi diyorsun değil mi içinden? Sinan bir, sen iki; beni anladığınızı gösterip, söylemek yerine, hep böyle alaycı bir anlamamazlıkla baktınız bana, üstelik en anlaşılmaya ihtiyacım olduğu zamanlarda. Hiçbir zaman sorularımın cevabını alamadım, ikinizden de.”
Sen de benim gibi cevaplarını alamadın mı? İçimden geçen bu sorunun şaşkınlığı, tüm varlığımı sardı. Silkelenip, seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun canım dedim, masanın üstünde duran ellerini tutmaya çalışırken.
Tuttuğum eller buz gibiydi, tıpkı bedenimin o andaki hali gibi.
Ah Ahmet, şu üşümelerim, hep senin yüzünden.
“Kalkalım mı?” diye sordu.
Hesabı ödeyip kalktığımızda, müthiş bir ağırlık hissettim omuzlarımda. Ben, bu ağırlığın anlamını biliyordum.
Ve biraz sonra Solmaz’ın benden ayrılınca nereye gideceğini.
Kendimin de tabii ki…
Bir müddet, öyle amaçsızca yürüdük, gitmek üzere olduğumuz yeri biliyorduk, birbirimize itiraf etmesekte.
Hiç ümidim olmasa da vitrinde gördüğüm bir eteği gösterip ‘hadi girip alalım ondan, bak bu eteğe ihtiyacımız var’ dedim Solmaz’a. Alay ediyorsun der gibi baktı yüzüme, hayır alay etmiyordum, ama eteğin zamanı değildi, biliyordum, bile bile, ama istemeye istemeye, bu ağır atmosferi dağıtmak için, şansımı denemiştim sadece. Etek benim de umurumda değildi.
Olmadı, tutmadı etekli bahanem.
Şu saatten sonra, bu psikolojinin bize yaptıracakları belliydi, ben de pes edip, hiç istemesem de teslim oldum, bu akşama ve bu akşamın bize yaşatacaklarına.
Soysal iş hanının önüne geldiğimizde, bir taksiye atlayıp uzaklaştı Solmaz, arkasından el bile sallayamadım, çünkü sallanan elimi görmeyecekti, biliyordum.
Bildiğim diğer şey; Solmaz'ın evinden önce gidip eğleşeceği "o" yerdi.
Biliyordum biraz sonra O’nu, nerede, neyi seyrederken bulacağımı, yine de emin olmak istedim, duran ilk taksiye atlayıp ‘Aşağı Ayrancı, Ali Dede Sokak, Lütfen’ dedikten sonra arka koltuğa gömüldüm, istedim ki omuzlarımdaki ağırlık, beni terk edip o koltuğa yerleşsin.
Az sonra, Ali Dede Sokağına girdiğimizde, onu tahmin ettiğim yerde buldum.
Onbeş dakika kadar önce bindiği taksinin, arka koltuğuna büzüşen Solmaz, şimdi, Ali Dede Sokak, 15 numaranın sekizinci katındaki, Sinan’ın yeni sevgilisiyle yaşadığı evin, karanlık camlarını seyrediyor.
İçim acıyarak yanından geçerken, yine herzaman ki gibi farketmedi beni. Arasam şimdi, açmayacak telefonunu. Aramadım ben de, yoluma devam ettim, kendi yanlızlığıma, kendi kimsesizliğime doğru.
Evime yaklaştıkça omuzlarımdaki ağırlık daha bir arttı.
Ahmet aklıma gelince, o ağırlık bin kat daha arttı sanki.
Nerede şu anda, kimlerle eğleniyor. Arasam, açar mı telefonunu, açar belki, açarsa; fonda müzik sesi, 'aşkım ne yapıyorsun' der. Belki de açmaz, açmasa da aradığımda, iki üç dakika sonra arar beni. Ya duymadım, ya uyumuş kalmışım, ya da şurdan gelen arkadaşlarla yemek yiyoruz hayatım, ben seni biraz sonra ararım, der kapatır, bütün gece beklerim aramaz, biliyorum.
Eryaman’a yol uzun ya, daha da uzadı sanki bu akşam, aksi gibi.
Taksinin arka koltuğununda, omuzlarımdaki ağırlığın altında uyukladım mı bilmiyorum, telefonumun meledisiyle kendime geldim.
Arayan Ahmet…
Bu kez de ben açmadım, beş altı çalmadan sonra kesildi melodi, nihayet...
Dikiz aynasında, gözlerim şoförün gözleriyle çakıştı.
Altı cevapsız arama daha var telefonumda ve hepsi Ahmet’e ait. Bu beni ne mutlu etti, ne mutsuz.
Ahmet bu, biliyorum huyunu, aklına gelmem, aramaz; gelince de arar, açmıyorsam beş on kez arar üst üste.
Arayınca telefonlarıma cevap vermeyen; gel deyince gelmemenin, git deyince de gitmemenin büyük bir maharet olduğunu sanan Ahmet.
Kendine münhasır Ahmet.
“Burası mı adresiniz?” diye soran şoförün, dikiz aynasında arayıp bulduğum gözlerine “evet” dedim.
Ücreti ödeyip teşekkür ederken, taksideki radyonun açık olduğunu ilk kez fark ettim.
Ve o radyodan yükselen ses “Böyledir bizim sevdamız” diyordu.
Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 08 Mayıs 2010
posted under |
Recent Comments