FENA MI OLUR

Ben, başımı dizlerine koysam,

Sen, saçlarımla oynasan.

Ben, fıkralar anlatsam,

Sen, katıla katıla gülsen,

Derken, uyuyup rüyaları yaşasak.

Ve çok geç sabah olsa.

Ben, günaydın desem,

Sen, burnumdan öpsen.

Söyle, fena mı olur.


Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 25.05.2010

posted under |

YALAN DA OLSA

Yalanlardan bir dünya kurdum ikimize,

Fosforlu yalanlardan.

Yalan bu ya;

Benden başkasının elini tutmazmışsın.

Bakmazmışsın bana baktığın gibi hiçbir kadına.

Aklın fikrin bendeymiş,

Benim içim sızlasa,

Senin elin ayağın dolanırmış.

Beni mutlu görebilmek için her şeyi yaparmışsın.

Yalan bu ya;

Ayrılık ne kelime,

Beni kaybedersen öleceğine inanırmışsın.

Kaybetmemek için beni, her şeyi yaparmışsın.

Yalan bu ya;

Hep doğruyu söylermişsin bana.

En af edilmeyecek şeyi bile yapsan,

Doğruyu söylediğini bildiğimden,

Af edermişim.

Yalan bu ya;

Sen bir yana dünya bir yana der,

Sarılırmışsın bana.

Sevgimiz her şeyin üstündeymiş,

Mutluymuşuz,

Hem de çok mutlu,

Yalan bu ya.


Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 25.05.2010

posted under |

EVİM; CENNETİM VE CEHENNEMİM

Eski zamanda bir adam “hayatın anlamı”nın ne olduğuna kafayı takmış.

Kütüphaneler dolusu kitaplar, bilginler, alimler, göklere yapılan yakarışlar; hiç biri ona yeterli cevabı verememiş. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş.

Koca dağları aşmış, “hayatın anlamı”nı bulmak uğruna uçsuz bucaksız çölleri geçmiş, engin denizleri aşıp en ıssız kentlere bile gidip herkese sormuş ama zaman da bir yandan geçip gitmekteymiş.

Tam umudunu yitirmek üzereyken bir köyde insanlar, karşıki dağlarda yaşayan aksimi aksi bir bilgeden söz etmişler. Zirvede yüksek duvarlar ardındaki bir bahçede yaşayan bu bilgenin her soruya bir cevabı varmış.

Zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı zirvedeki bahçeye ulaşmış ama bilge ona kapılarını açmamış. Yüksek duvarların önünde yakarmış ve sonunda bilge insafa gelip ona kapıyı açmış.

Kapıdan içeri giren adam sonunda “hayatın anlamı”nın ne olduğunu sorabilmiş bilgeye.

Bilge; “ sana bunun cevabını söylerim ama önce sınavdan geçmen gerekiyor” demiş, adam da kabul etmiş.

Bilge, küçük bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytin yağı doldurmuş “şimdi çık ve bahçede bir tur at, tekrar buraya gel, ama kaşıktaki zeytinyağı bir damla bile eksilirse kaybedersin” demiş.

Adamın gözü çay kaşığında, bahçedeki patikayı takip edip, bahçeyi turlayarak gelmiş, işte demiş adam “kaşıktan bir damla bile eksilmedi, söyle bana artık hayatın anlamını…”

Bilge; “acele etme, istediğin cevabı alacaksın, önce bana bir anlat, o gezdiğin bahçe nasıldı?” diye sormuş.

Adam şaşkın; “ama ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki, bir damla bile dökmemem gereken zeytinyağı vardı orda” demiş.

Bilge, “şimdi yeniden bahçede dolaşacaksın, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi de inceleyeceksin” demiş.

Adam tekrar bahçeye çıkmış, geri geldiğinde bilge, adama “bahçe nasıldı?” diye sormuş.

Adam gördüğü güzellik karşısında büyülendiğini anlatmış “hayatımda gördüğüm en güzel bahçe bu. O çiçekler, o ağaçlar, akan sular harika” demiş.

Bilge ona “sen bu bahçeyi daha önce de gezmiştin, bir damla bile yağ dökülmemişti ama şimdi ise kaşığında hiç yağın kalmamış” demiş.

Ve eklemiş…

“Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya, sadece bir noktayı görürsen hayatın akıp gider ve sen farkına varmazsın ya da güzelliklerin tam ortasında hayatını yaşarsın ama son sahnedeki sorumsuzluk sana acı gelebilir. Hayat senin bakışında gizlidir, şimdi kendine sor, ikinci bir kez sen bu bahçeyi gezebilecek misin? Hayata bir daha bak, bu sana sunulmuş en güzel armağan” demiş.


-BİTTİ-

Evet bitti, yani yukarıdaki anlatı bitti, şimdi de benim anlatım başlıyor.

O’nunla on yedi yıl öncesinin Çanakkale’sinde tanışmış, tanışır tanışmaz da her nasılsa, birbirinizin en önemli kişileri oluvermiştik. Devamında gelen zaman; önce beni Eskişehir’e, birkaç ay sonra da O’nu ankara’ya sürmüş, aynı şehirde yaşama lüksümüzü elimizden almıştı. Zaman, sonrasında da boş durmayıp, yaşadığımız şehirleri değiştirmeye devam edecekti.

Ben daha Ankara’da yaşamaya başlamadan yıllar önce, O’nu ziyarete geldiğim bir gün, Ata Kule’de yemek yemiştik birlikte. Aradan on yılı aşkın bir zaman geçti. Ben onun Ankara’sına geldiğimin altıncı ayında o buraları bana bırakıp gitmek zorunda kaldı. Ama esas olan doğruluksa ve sağlamsa bir şeyler zaman ve zemin nedir ki diyenlerdenmişiz ki ikimiz de ayrı geçen zamanlarımızda, bir gün yeniden buluştuğumuzda birbirimize büyük bir heyecan ve keyifle anlatabilecek bir sürü şey biriktirebilenlerden de olduk.

On yedi yıldır birbirimizi sevmekten bir gün bile vazgeçmeyerek, hayatımıza girip çıkanlar olsa da, birbirimizin hayatındaki ikimize ait o yeri, o sağlam yeri hiç kimseye kaptırmayarak, hatta zaman gelip birbirimizi incitip kırmış olsak da birbirimizden uzaklaşmayıp, uzaklaşamayıp, herkese kısmet olmayacak derinlikte sevgili, dost, arkadaş hatta bazen aile ötesi bir birliktelik yaşadığımız; hayatımın vazgeçilmez üç beş kişisinden biri olan kişiyle “ kişi diyeceğim, ona tek bir sıfat yakışmıyor çünkü” yıllar önce Ata Kule’de yediğimiz o yemediğin tekrarını yaşamak için bu hafta sonu aynı masaya oturup aynı yemekler eşliğinde, yine aynı içkileri içerken, hayatımızı didikledik.

Konuşmanın bir yerinde hüzünlendiğimi görüp “dinle bak sana ne anlatacağım” dedi.

“Tabi anlat ama anlattıklarında nasihat olmasın lütfen, sen güçlüsün gibi lafları kaldıracak durumda değilim” demeye fırsat bile vermeden yukarıdaki anlatıyı dillendirdi.

Anlattım da ne iyi ettim değil mi, bakışını görünce, teşekkür edip ağzına sağlık demek durumunda kaldım ama “Kim yazmış bunu” diye sormadan da edemedim, duyduklarımdan etkilenmiştim etkilenmesine de biliyordum, on dakika sonra ne o adam kalacaktı aklımda, ne o her soruya cevap bulan bilge.

“İnternette Lider diye bir siteden okudum ve biliyor musun? okur okumaz bunu sana anlatmam lazım diye düşündüm” dedi.

“Bunun için mi bu kadar ısrar ettin bu hafta sonu Ankara’ya gelmekte” diye sorduğumda aldığım cevap bana hiç ilginç gelmedi.

“Evet” dedi hala işe yarayacağını düşünerek.

“İyi düşünmüşsün, sen zaten hep iyi düşünürsün, bir de ben iyi düşünmeyi becerebilsem” diye mırıldanırken, O lafımı bölmüş “tamam, yaşadıkların kolay değildi, seni anlıyorum ama sen benim tanıdığım en güçlü kadınsın, bakma öyle pis bir şeye bakıyormuş gibi, karşındaki benim, gerçek hayata dön ya da dönme ben burada olacağım, karşında, yanında nerde istersen” deyip ona daha bir pis pis bakmamı sağladı.

Güçsüzdüm, hem de hiç olmadığım kadar, kimse beni anlamıyordu evet ve üstelik beni anlayanları da ben anlamıyordum, onlar ne yaşamıştı ki beni anladıklarını sanıyorlardı, hele ki ben bile kendimi anlayamazken.

“Bak” dedim, garsonun doldurmasını sabırsızlıkla beklediğim şarap kadehinden büyükçe bir yudum aldıktan sonra.

“Bak, bu aralar en nefret ettiğim şey, seni anlıyorum ama ile başlayıp her hangi bir şekilde biten, herhangi bir cümle. Söyle bana şimdi beni kim, niye anlasın ki”

Sustum, O da sustu.

O,suskunluğunda beni izledi, yan gözle.

Bense içimi dinledim.

“Kendi kendine konuşma lütfen, aklından geçenleri dillendir, ben bunun için buradayım” diye söylenirken, diyeceği başka şey var mıydı bilmiyordum, bu kez lafa giren ben oldum, ötesini berisini düşünmeden.

“on yedi yıldır tanıyorsun beni, seninle tanıştığımda ben yirmi dört yaşındaydım.”

“Biliyorum canım” diye mırıldanmaya başladığında “ beni dinle lütfen” diyerek susturdum O’nu.

“Sana bir soru soracağım ve sen aklına gelen ilk cevabı, üzerinde düşünmeden söyleyeceksin” dediğimde , “Sor ama zor olmasın” diye takıldı, biraz gülümseyen biraz da gergin bir tavırla.

“Sen benim evimin hangi odasındasın?”

“Bu nasıl soru anlamadım”

“Aklına gelen ilk cevabı vereceğine söz vermiştin, hadi cevabını alayım”

“Soruyu anlamadım ki, zaten öyle bir söz verdiğimi de hatırlamıyorum”

“Anlarsın, anlatırım, sen evimin hangi odasında olduğunu söyle önce”

“Seni çok iyi tanırım, bu sorunun altında çok önemsediğin bir mesele yatıyordur mutlaka, meseleyi anlayana kadar susma hakkımı kullanmak istiyorum”

“Susma hakkın yok”

“Var, anlamadığım soruya verdiğim cevap muhtemelen doğru cevap olmayacak, o nedenle sen sorunu anlayacağım şekilde sorana kadar cevap mevap yok sana”

“Pekii o zaman şöyle yapalım; şimdi sen beni bir ev olarak düşün. Dış kapıdan girdiğinde genişçe bir antreye açılan oturma ve yatak odası, salon, mutfak, banyo, tuvalet yani anlayacağın bir evde olması gereken bütün odalara sahip bir evim ben. Buraya kadar anlaşıldı mı?”

“Evet de lafı nereye getireceksin”

“Sorumu tekrar soruyorum ‘sen benim evimin hangi odasındasın’ hadi biraz düşünmen için süre de vereyim sana”

“Cevabı birlikte bulalım mı?”

“Daha neler, senin kendini o evin hangi odasına ait hissettiğini merak ediyorum sadece, yoksa ben cevabı biliyorum”

Oturduğu sandalyede bir iki kıpırdanıp biraz düşündükten sonra tahmin ettiğim cevabı verdi.

“Ben o evin bütün odalarındayım”

Susup gülümseyerek yüzüne baktım.

"Öyle değil miyim sence de?” diyerek verdiği cevabın kabulünü görmek istedi.

Benden cevap alamayınca “doğru cevap bu değil mi?” diye sordu bu kez de.

“Evet doğru cevap bu ama eskiye ait doğru bir cevap”

“Eskimesini sen istedin”

“Ben mi istedim” diye sordum, elimdeki tamamı boşalmış kadehle kendimi işaret ederken.

“Sen istedin evet, ben bütün kapıları açmıştım sana hatırla lütfen ama sen o kapıların hiç birine girmek istemedin”

“İstedim ama istemek yetmedi, açtığın kapılardan birine girseydim, girdiğim kapı tam olarak kapanmayacak aralık kalacaktı, içeri dışarısının pisliği girecekti, yazın sıcağı, kışın soğuğu bir de”

“Korktun sen, sadece korktun”

“Evet, korktum belki de ama boşuna değildi korkularım. Bak korkuyu arkama atmayı başardığım ama iki ay önce bitirmek zorumda kaldığım evliliğime, o evde, dış kapı da sıkı sıkı kapanmıştı üstelik ya da ben öyle olduğunu sanmışım, dışarıdan pislik girmeyecekti, girenleri de ben temizlemeyi başaracaktım,buna inanıyordum, hani ben çok güçlü bir kadınım ya ama olmadı, yine olmadı, temizlemekten yoruldum o evi, ısıtmaktan da,soğutmaktan da. “

Sustuk ikimiz de.

“Şarap bitti mi?” diye sormak için ona baktığımda garsona gelmesi için işaret yaparken buldum onu.

Kadehleri elimize aldığımızda “biterse yenisi gelir” dedi, ima ettiği şeyi anlamamazlıktan geldim.

“İçime yerleştirdiğim kişi, evimin tüm odalarına aynı ölçüde değer vermiyor, böyle olunca da bende değişen bir şey olmuyor, giden gidiyor bana kalansa o evi sil baştan yeniden düzene sokmak, niye bütün bu çabam peki, ee cevap belli, bir başkası gelip her şeyi alt üst etsin diye değil mi”

“Hayat bu zaten, ama herkes kaçmıyor senin gibi”

“Kendine saygı nerde peki; onur, sevgi, güven, ait olma güdüsü, hiç mi gerek yok bunlara”

“Var tabi, ama artık insanlar bütün bunları tek bir kişide bulamayacağını öğrendi”

“Yani her bir duygusal ve bedensel ihtiyaç için ayrı bir kişi bulacağız kendimize”

“Her biri için ayrı ayrı kişi olmayabilir tabi ama ya bunların tamamını aramaktan vazgeçeceksin aynı kişide ya da hepsine ihtiyacın varsa neyi kimde buluyorsan onu onda yaşayıp öyle mutlu olmaya çalışacaksın”

“Oldu” deyip kadehte kalan şarabı bir dikişte bitirdim.

“Olmaz biliyorum, en azından senin için olmaz, sen istiyorsun ki çok seveyim ve aynı ölçüde sevileyim, güveneyim ve bana güvenilsin, saygı ve ait olma güdüsü de çabası, sanıyor musun ki böyle bir ilişki var, yok böyle bir şey anla artık lütfen, ha bak bunları bulacağın birini beklemek istiyorsan sen bilirsin tabiî ki. Öyle bir durumda da hayatın dışında kalıp sadece seyirci olmakla yetinmeyi göze alacaksın, bunu da aklından çıkarma tamam mı canım?”

“Oldu, aa bak bu gün ne kadar uysalım, hep oldu diyorum değil mi?” dediğimde ” ben çok iyi bilirim senin uysallığını” deyip boşalan kadehlerimizi doldurdu yeniden.

“Ne demişti senin bilge ‘elinde kaşıkla bahçeyi dolaşırken, bahçeyi de inceleyeceksin, aklın, gözün sadece o kaşıkta olmayacak’ böyle demişti değil mi?”

“Evet aynen öyle demişti”

“Eline aldığın kaşıktaki dökülürse dökülsün, sen çevrenin güzelliğiyle ilgilen, kaşık senin elinde olmakla sorumluluğu sana ait olsa da mühim değil, dökülen dökülsün, sen yeter ki vicdan yapmamayı bil, hayatın anlamı da bu zaten, bilgenin söylediklerinden çıkarmamız gereken bu değil mi?”

“İçine ettin”

“Ama öyle değil mi? Sen çevrenle ilgilen, sadece elindekine takılıp kalma demiyor mu bilge?”

Sustu yine.

Bir sigara yakıp ben de sustum.

Sigaramı küllükte ezerken “ niye böylesin?” diye sordu.

“Sen niye böylesin?” diye cevap verdim.

“Sevince seviyorum, seviyor olmak yetiyor bana, ne verirse aldığımla yetinmesini biliyorum ben” dedi.

“Ben bilmiyorum, bilmekte istemiyorum, o evin her odasına aynı ölçüde değer verecek biriyle karşılaşana kadar da verilenlerle yetinmeyeceğim. Kimse o eve sadece yemek yemek için, yada misafir odasını, ne bileyim yatak odasını kullanmak için giremeyecek, hiç kimse ama hiç kimse sadece tuvaleti kullanıp pisliğini bana bırakıp gidemeyecek gitse de geri dönemeyecek, sen gel ben de yıkan paklan git, sonra sadece banyoyu önemseyen biri değilmişsin gibi geri gel ve geldiğinde sanki bütün evle ilgiliymişsin gibi karşılanmayı bekle, oldu canım.”

Yüzüme baktı anlamaz anlamaz, dayanamayıp yine başladım konuşmaya.

“Birisi benim hayatıma girecekse, biz şimdi bu hayatı ev olarak tasfir ettik ya ev üzerinden konuşmaya devam edeyim en iyisi, bu eve giren kişi her odanın hakkını verecek anlatabildim mi?”

“Anlatabildin canım, seni zaten anlıyorum da sen beni anlamak istemiyorsun”

“Kim demiş anlamıyorum diye, bal gibi anladım seni. Bırakta bildiğim gibi yaşayayım hayatımı. Sen beni niye sevmekten vazgeçmedin bu kadar yıl, bu kadar kişi niye arkamda, yanımda ben baştan ayağa yanlışsam, ‘her çiçekten bal alırsın, sen kendini ne sanırsın, uslan artık deli gönül’ şarkısını söyleyemiyorum diye mi, yoksa o şarkı benim ağzıma hiç uygun olmadığı için mi?”

“Pes ediyorum” dediğinde oturduğum sandalyeden kalkıp onun oturduğu sandalyenin yanındakine oturup, sol elini avuçlarımın arasına aldım.

“Hadi” dedim “ en azından bu gün senin şu bilgenin dediklerini uygulayıp elimizdeki kaşığa bakmayı bırakalım ve içinde bulunduğumuz bahçenin tadına varalım”

“Olur” dedi kırık bir ses.

Ve kadehler yeniden havada buluştu.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 23 Mayıs 2010

posted under |

YANLIZ DEĞİLİM

Bakmayın yıldızlar öyle garip.

Bir ben yanlız değilim bu saatte,

Bir ben değilim ağlamaklı,

Belki…

Belki bütün insanlar mutlu,

Dilerim…

Fakat bilirim birisi mahsun,

Gözleri yolda,

Kulağında hafif melodi.

O da benim gibi kaldırımda ayak sesi dinliyor,

Yalnızlığını gözyaşlarına anlatıyor,

İnliyor.

O da benim gibi kaldırımda ayak sesi dinliyor.

(Anemon'a sevgilerimle)

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 20 Mayıs 2010

posted under |

GÜN GELECEK

Biliyorum,

Bir gün gelecek,

Kadehler dolusu içeceğim mutluluğu.

Her yeni kadehte

Yeni mutluluklar bulacağım.

Biliyorum o gün,

Ne varsa boşalacak gözlerimden,

Bir daha akmamak için.

O gün, aydınlıklar çınlayacak kahkahamla,

Kahkaha varken hıçkırık niye,

Gece üzülürken onu görmediğime,

Gün akacak pencereden içime,

Biliyorum…

Ve

Mutluluk bende mum gibi titreyecek,

Ne fırtınalar eserse essin,onu söndüremeyecek,

Biliyorum…

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 16 Mayıs 2010

posted under |

YALNIZLIK

Yalnızlık zor zanaat.

Gün gelir oh çekersin.

Acırsın yanında kendisinden başkası olana.

Gün gelir of çekersin.

Yetmediğinde kendine.

Yaş yirmiydi dün,

Bu gün kırkiki.

Tattım her çeşidini yalnızlığın.

Kimi çok tatlı geldi,

İçimi baydı.

Kimi çok tuzlu,

Beni susattı.

Çok acı geldi kimi,

Sessiz sessiz ağlattı.

Elimin ölçüsü yok,

Tutturamıyorum.

Bundan böyle de yalnızım

Ama

Konduramıyorum.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 16 Mayıs 2010

posted under |

YİNE YOKSUN

Tut ki,

Sana geliyorum

Tüm sevgileri toplayıp.

Tut ki,

Ben, sadece seninle ben olacağım.

Ama sen, yine yoksun.

Uzağımdasın.

Şunu unutma,

Senden başka hiçbir şey bana,

Ekmek değil, su değil.

Ve senden başka hiçbir şey bana,

Kutsal değil.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 16 Mayıs 2010

posted under |

YİNE YASTAYIM

Düşünceler yine çıkmış karşıma

Hiç biri bakmaz benim şu genç yaşıma.

Tebessümler karışmış yine ağır yasıma.

Yine acı, yine keder bakın benim şansıma.

Gülmek isterken donar kalır dudaklarım.

Mutluluğa giderken hep acı olur duraklarım.

Çoktan bittimi ne benim bitmez umutlarım.

Yağmur yağdıramam artık, yine çatlar topraklarım.

Bundan böyle kuruyacak bilirim, bütün yeşil yapraklarım.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 16 Mayıs 2010

posted under |

GİDİCİYİZ

Ey insanlar sevin birbirinizi

Kin değil sevgi ekin tarlalarınıza

Bilin bu gününüzün kıymetini

Gülün oynayın

Yakında dikecekler mermer taşı başucunuza.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 16 Mayıs 2010

posted under |

YOKSUN ARTIK

Seni düşünmüyorum artık.

Gecem günüm sensiz.

Yollarına bakmıyorum amansız.

Odam sensizlik kokmuyor.

Gölgen değil ilk ışıkla yüzüme düşen.

Yoksun artık bende sen.

Adına şarkılar yazmıyorum.

Aşkına fallar tutmuyorum.

Sensiz kalmaktan korkmuyorum.

Yoksun artık bende sen.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 16 Mayıs 2010

posted under |

YOLCU

Güneş yorgan oldu bize, tepeler yastık.

Elimizi yakan acıyı yüreğimize bastık.

Bazen kar olduk, beyaz yağdık.

Çiçek olduk bazen, sarı, yeşil, mavi açtık.

Yolcu olduk, yol sorduk yıldızdan.

Ümitsizin, ümidi son akşamındadır.

Yürüyelim,

Yaklaşan son akşamdır.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 16 Mayıs 2010

posted under |

AMAN, BUNLARA DİKKAT...

Bal toplamak istiyorsan, arı kovanını tekmeleme.

Asla eleştirme, çünkü karşındaki kişi kendini savunacaktır.

Kötü davranışları cezalandırmaktan, iyi davranışları ödüllendirmek daha iyi sonuç verir.

Onaylandığımız ve takdir edildiğimiz zaman yanlış yapmaktan daha çok korkarız.

Suçlu; her zaman başkasını suçlar.

Yargılanmak istemiyorsan, yargılama.

İnsanları avlarken oltanın ucuna onların sevdiği yemleri takın.
İçten ve dürüst takdirlerinizi esirgemeyin. Herkesin takdir edilecek bir yeri, birşeyleri vardır.

Ne istediğinizi tekrarlayıp durmayın. Çünkü senin ne istediğinle senden başkası ilgilenmez. Başkalarını etkilemenin tek yolu onun ne istediği hakkında konuşup, nasıl elde edileceğini tartışmaktır.

Söylemek istediklerini karşındakinin duymak istediği şekilde söyle.

Yarın biriyle bir şeyler konuşmak istiyorsan önce nasıl aktarayım diye düşün.

Bir şeyi bilmekle anlamak arasında dağlar kadar fark vardır.

Oturarak başarıya ulaşan tek canlı tavuktur.

Azimle os…. tahtayı deler.

Felaketlerin önüne koyduğu fırsattan yararlan. Yaşam hakkında düşünmeyi bırak ve onu yaşamaya bak.

Bir şeyleri çok istediğin zaman, istediğini gerçekleştirmek için tüm evren sana elbirliği ile yardımcı olur.

Yaşamımızda yer alan bazı olayların amacı, bizi kişisel yazgımızın özgün yoluna yeniden döndürmektir. Başka olaylar da, o zamana kadar tüm öğrendiklerimizi uygulamamız için ortaya çıkar. Başka bazı olaylar da bir şeyler öğrenmek için çıkar karşımıza.

Disiplinli ve dikkatli ol, tabii ki bir de çalışkan.

Ben, ben olanım, senin gördüğün, olduğumu sandığın değil.

Madem bir kez ölmek yeterli, o kadar çok ölümle ölmek gerekmez.

İnsan kendi yazgısından kurtulamaz.

Umut, inanç, yaşam amacı. Bunlar olmazsa beden yaşamayı sürdürse bile ruh ölür.

Her şey çok basit, yürekli ol yeter.

Bir insan, kendi yazgısına yürürken, sık sık yön değiştirmek zorunda kalır. Kimi zaman dış koşullar ondan daha güçlüdür.

Düşündün ama kendini bunun olanaksızlığına inandırdın. Ya da tehlikeli olduğuna. Ya da düşünülmemesi gerektiğine. Ondan olmamış olabilir.

Birinin senden bir iyilik beklemesi, senin bu dünya üstünde hala bir değerin olduğunu kanıtlar.

İnsanların icat ettiği en tehlikeli silah sözdür. Hançer, mızrak, tabanca iz bırakır. Ne var ki söz iz bırakmadan yok eder.

Bir dağa farklı yönden bakarsan her seferinde farklı bir dağ görürsün. Oysa gördüğün hep aynı dağdır.

İnsanların yüzlerindeki ifade, üzerlerindeki kıyafetten daha etkilidir.
Gülümseyen insan, her zaman daha iyi satar.

Karşınızdakine cevaplamaktan hoşlanacağı sorular sorun. Kendisinden ve başarılarından bahsetmesini sağlayın.

İnsanların size hemen ısınmasını istiyorsanız, karşınızdaki insanın kendini önemli hissetmesini sağlayın ve ona hoşunuza giden bir yönünü söyleyin. İnsan doğasının en önemli ilkesi beğenilmek için uğraşmaktır.

Başkalarının sana ne yapmasını istiyorsan, sen de onlara aynısını yap. Birlikte olduklarınızın sizi beğenmesini istersiniz (onlar da ister). Gerçek değerinizin anlaşılmasını istersiniz (onlar da ister). Kurduğunuz küçük dünyada önemli olmak istersiniz (onlar da ister). Dostlarınızdan uzun övgüler yerine içten beğeniler almak istersiniz (onlar da ister) Sevildiğinizi duymak istersiniz (onlarda ister).

Gülümsemeyi unutma, her zaman ve her yerde.

Herkes kendi adının her dildeki en tatlı ve en önemli sözcük olduğuna inanır. Ona ismiyle hitap et. Örn.Semiha canım veya Semihacım gibi.

Tartışmadan en iyi sonucu almanın yolu (tek yolu) tartışmadan sakınmaktır.

Söze başlarken asla “ sana bunu kanıtlayacağım” demeyin. Bu sözlerin Türkçe’sinin “ben senden daha akıllıyım. Sana bir şey söyleyeceğim ve sen fikrini değiştireceksin” anlamına geldiğini unutmayın. Bu bir savaş çağrısıdır. Siz henüz sözlerinize başlamadan, karşınızdakinde size saldırma hissi uyandırır. Unutmayın, bir şey kanıtlayacaksanız, kimse bunu hissetmesin.

Elinden geliyorsa diğerlerinden akıllı ol ama bunu onlara söyleme.

Karşınızdakinin yanıldığını düşünüyorsanız, söze şöyle başlayın: “Bak, ben aslında böyle düşünmüyorum. Yanılıyor olabilirim ki sık sık yanıldığım olur, o zaman lütfen sen de beni uyar. Gel şu olayı bir kez daha gözden geçirelim.”

Unutmayın; yanılabileceğinizi söylemek tartışmayı yumuşatır ve karşınızdakini daha adil düşünmeye sevk eder.

Yanılıyor olabileceğinizi söylemekle, bir çok tartışmadan mutlu ayrılmanız mümkündür.

Sizin gibi düşünmeyenlerle tartışmayın. Hele ki onlara yanıldıklarını hiç söylemeyin. Tatlı dil ve içtenlik hataların çok daha çabuk giderilmesini sağlayacaktır. Biraz diplomatik olmak, size bir şey kaybettirmez. Aksine size ve karşınızdakine daha sevecen bir ortam yaratır.

Karşınızdakinin görüşlerine saygı duyun. Kimseye “yanılıyorsun” demeyin, öyle olduğunu düşünseniz bile.

Biriyle konuşurken onun da katılacağı, evet diyeceği konulardan başlayın. Yani söze dostça başlayın.

Bırakın, konuşmanın çoğunu karşınızdaki yapsın. (Hele karşınızdaki bensem)

Bırakın, karşınızdaki kişi fikrin kendine ait olduğunu sansın. O öyle sansa ne kaybedersiniz.

Olayları karşınızdaki kişinin bakış açısından görmeye çalışın.

Karşınızdaki kişinin duygu, düşünce ve kaygılarına anlayış gösterin. Anlayış size hiç bir şey kaybettirmez ama çok şey kazandırır, unutmayın.

Olumsuz bir şey söyleyecekseniz önce karşınızdaki kişinin iyi bir yönünü söyleyin, sonra gerçekten söylemek istediğiniz şeyi yumuşatarak söyleyin. Berber bile tıraştan önce sabun sürer.

Överek söze başlayın.

Doğrudan emretmek yerine, öneriler getirin.

Ayıpları yüze vurmayın.

Nezaket kurallarına her zaman uyun. Birinden senin için bir şey yapmasını istediğinde “yardımına ihtiyacım var” diye söze girin. Bakın sonuç nasıl olumlu olacak.

Balla, sirkeyle olduğundan daha fazla sinek çekersiniz, unutmayın.

Unutmayın, insanlar duyguya dayalı hareket ederler, “ ben aklıyla hareket eden biriyim” deseler de.

Karşınızdaki kişinin egosunu kırmak yerine onurlandırın.

Cevap ya da tepki vermek konusunda seçim yapmak şansınız vardır. Cevap vermek pozitiftir ve sizi başarıya götürür. Tepki vermek negatiftir ve ters etki yapar.

Birlikte kazanmak sanatında baş oyunca, nezakettir.

Size saldırı gibi gelen bir davranış gösteren birine hemen tepki vermek yerine kendinize şunu sorun. “Bu insan, kişiliğinin gelişiminde, bu yönde tepki vermesini sağlayacak ne yaşamış olabilir.”

Karşındaki kişinin tutumu, sizin tutumunuza uymuyorsa onu anlamaya çalışın. Kötü bir psikolojide olabilir.

İnsanlar bir şeyleri kendi nedenlerinden dolayı yaparlar, bizimkilerden dolayı değil.

Başkalarına bir erdem kazandırmanın en iyi yolu, o erdemi o kişiye atfetmektir, unutmayın.

Semoş: Ben bunların hepsini, yani neredeyse hepsini uyguladım evliliğimde. Birisi mutlu oldu, hem de çok, ama o mutlu kişi ben değildim. Bunlar ve bunlara benzeyen kurallara dikkat ederek yaşarsan mutlu ediyorsun evet de karşındaki kişi aynı şeylere dikkat etmiyor, edemiyorsa, sana pılını pırtını toplayıp, çekip gitmek kalıyor o hayattan. Ağlaya ağlaya giderken, arkanda ağlayan birini bırakarak hem de. Üstelik gittiğin yerde de ağlamaya devam ediyorsun.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 15 Mayıs 2010

posted under |

posted under |

Bal toplamak istiyorsan, arı kovanını tekmeleme.

Asla eleştirme, çünkü karşındaki kendini savunacaktır.

Kötü davranışları cezalandırmaktan, iyi davranışları ödüllendirmek daha iyi sonuç verir.

Onaylandığımız ve takdir edildiğimiz zaman yanlış yapmaktan daha çok korkarız.

Suçlu her zaman başkasını suçlar.

Yargılanmak istemiyorsan, yargılama.

İnsanları avlarken oltanın ucuna onların sevdiği yemleri takın.

İçten ve dürüst takdirlerinizi esirgemeyin. Herkesin takdir edilecek bir yeri, birşeyleri vardır.

Ne istediğini tekrarlayıp durma. Çünkü senin ne istediğinle senden başkası ilgilenmez. Başkalarını etkilemenin tek yolu onun ne istediği hakkında konuşup nasıl elde edileceğini tartışmaktır.

Söylemek istediklerini karşındakinin duymak istediği şekilde söyle.

Yarın biriyle bir şeyler konuşmak istiyorsan önce nasıl aktarayım diye düşün.

Bir şeyi bilmekle anlamak arasında dağlar kadar fark vardır.

Oturarak başarıya ulaşan tek canlı tavuktur.

Azimle os…. tahtayı deler.

Felaketlerin önüne koyduğu fırsattan yararlan. Yaşam hakkında düşünmeyi bırak ve onu yaşamaya bak.

Bir şeyleri çok istediğin zaman, istediğini gerçekleştirmek için tüm evren sana elbirliği ile yardımcı olur.

Yaşamımızda yer alan bazı olayların amacı, bizi kişisel yazgımızın özgün yolun yeniden döndürmektir. Başka olaylar da, o zamana kadar tüm öğrendiklerimizi uygulamamız için ortaya çıkar. Başka bazı olaylar da bir şeyler öğrenmek için çıkar karşımıza.

Disiplinli ve dikkatli ol, tabii ki bir de çalışkan.

Ben, ben olanım, senin gördüğün, olduğumu sandığın değil.

Madem bir kez ölmek yeterli, o kadar çok ölümle ölmek gerekmez.

İnsan kendi yazgısından kurtulamaz.

Umut, inanç, yaşam amacı. Bunlar olmazsa beden yaşamayı sürdürse bile ruh ölür.

Her şey çok basit, yürekli ol yeter.

Bir insan, kendi yazgısına yürürken, sık sık yön değiştirmek zorunda kalır. Kimi zaman dış koşullar ondan daha güçlüdür.

Düşündün ama kendini bunun olanaksızlığına inandırdın. Ya da tehlikeli olduğuna. Ya da düşünülmemesi gerektiğine. Ondan olmamış olabilir.

Birinin senden bir iyilik beklemesi, senin bu dünya üstünde hala bir değerin olduğunu kanıtlar.

İnsanların icat ettiği en tehlikeli silah sözdür. Hançer, mızrak, tabanca iz bırakır. Ne var ki söz iz bırakmadan yok eder.

Bir dağa farklı yönden bakarsan her seferinde farklı bir dağ görürsün. Oysa gördüğün hep aynı dağdır.

İnsanların yüzlerindeki ifade, üzerlerindeki kıyafetten daha etkilidir.

Gülümseyen insan, her zaman daha iyi satar.

Karşınızdakine cevaplamaktan hoşlanacağı sorular sorun. Kendisinden ve başarılarından bahsetmesini sağlayın.

İnsanların size hemen ısınmasını istiyorsanız, karşınızdaki insanın kendini önemli hissetmesini sağlayın ve ona hoşunuza giden bir yönünü söyleyin. İnsan doğasının en önemli ilkesi beğenilmek için uğraşmaktır.

Başkalarının sana ne yapmasını istiyorsan, sen de onlara aynısını yap. Birlikte olduklarınızın sizi beğenmesini istersiniz (onlar da ister). Gerçek değerinizin anlaşılmasını istersiniz (onlar da ister). Kurduğunuz küçük dünyada önemli olmak istersiniz (onlar da ister). Dostlarınızdan uzun övgüler yerine içten beğeniler almak istersiniz (onlar da ister) Sevildiğinizi duymak istersiniz (onlarda ister).

Gülümsemeyi unutma, her zaman ve her yerde.

Herkes kendi adının her dildeki en tatlı ve en önemli sözcük olduğuna inanır. Ona ismiyle hitap et. Örn.Semiha canım veya Semihacım gibi..

Tartışmadan en iyi sonucu almanın yolu (tek yolu) tartışmadan sakınmaktır.

Söze başlarken asla “ sana bunu kanıtlayacağım” demeyin. Bu sözlerin Türkçe’sinin “ben senden daha akıllıyım. Sana bir şey söyleyeceğim ve sen fikrini değiştireceksin” anlamına geldiğini unutmayın. Bu bir savaş çağrısıdır. Siz henüz sözlerinize başlamadan, karşınızdakinde size saldırma hissi uyandırır. Unutmayın, bir şey kanıtlayacaksanız, kimse bunu hissetmesin.

Elinden geliyorsa diğerlerinden akıllı ol ama bunu onlara söyleme.

Karşınızdakinin yanıldığını düşünüyorsanız, söze şöyle başlayın: “Bak, ben aslında böyle düşünmüyorum. Yanılıyor olabilirim ki sık sık yanıldığım olur, o zaman lütfen sen de beni uyar. Gel şu olayı bir kez daha gözden geçirelim.”

Unutmayın; yanılabileceğinizi söylemek tartışmayı yumuşatır ve karşınızdakini daha adil düşünmeye sevk eder.

Yanılıyor olabileceğinizi söylemekle, bir çok tartışmadan mutlu ayrılmanız mümkündür.

Sizin gibi düşünmeyenlerle tartışmayın. Hele ki onlara yanıldıklarını hiç söylemeyin. Tatlı dil ve içtenlik hataların çok daha çabuk giderilmesini sağlayacaktır. Biraz diplomatik olmak, size bir şey kaybettirmez. Aksine size ve karşınızdakine daha sevecen bir ortam yaratır.

Karşınızdakinin görüşlerine saygı duyun. Kimseye “yanılıyorsun” demeyin, öyle olduğunu düşünseniz bile.

Biriyle konuşurken onun da katılacağı, evet diyeceği konulardan başlayın. Yani söze dostça başlayın.

Bırakın, konuşmanın çoğunu karşınızdaki yapsın. (Hele karşınızdaki bensem)

Bırakın, karşınızdaki kişi fikrin kendine ait olduğunu sansın. O öyle sansa ne kaybedersiniz.

Olayları karşınızdaki kişinin bakış açısından görmeye çalışın.

Karşınızdaki kişinin duygu, düşünce ve kaygılarına anlayış gösterin. Anlayış size hiç bir şey kaybettirmez ama çok şey kazandırır, unutmayın.

Olumsuz bir şey söyleyecekseniz önce karşınızdaki kişinin iyi bir yönünü söyleyin, sonra gerçekten söylemek istediğiniz şeyi yumuşatarak söyleyin. Berber bile tıraştan önce sabun sürer.

Överek söze başlayın.

Doğrudan emretmek yerine, öneriler getirin.

Ayıpları yüze vurmayın.

Nezaket kurallarına her zaman uyun. Birinden senin için bir şey yapmasını istediğinde “yardımına ihtiyacım var” diye söze girin. Bakın sonuç nasıl olumlu olacak.

Balla, sirkeyle olduğundan daha fazla sinek çekersiniz, unutmayın.

Unutmayın, insanlar duyguya dayalı hareket ederler, “ ben aklıyla hareket eden biriyim” deseler de.

Karşınızdaki kişinin egosunu kırmak yerine onurlandırın.

Cevap ya da tepki vermek konusunda seçim yapmak şansınız vardır. Cevap vermek pozitiftir ve sizi başarıya götürür. Tepki vermek negatiftir ve ters etki yapar.

Birlikte kazanmak sanatında baş oyunca, nezakettir.

Size saldırı gibi gelen bir davranış gösteren birine hemen tepki vermek yerine kendinize şunu sorun. “Bu insan, kişiliğinin gelişiminde, bu yönde tepki vermesini sağlayacak ne yaşamış olabilir.”

Karşındaki kişinin tutumu, senin tutumuna uymuyorsa onu anlamaya çalış. Kötü bir psikolojide olabilir.

İnsanlar bir şeyleri kendi nedenlerinden dolayı yaparlar, bizimkilerden dolayı değil.

Başkalarına bir erdem kazandırmanın en iyi yolu, o erdemi o kişiye atfetmektir, unutmayın.


Semoş: Ben bunların hepsini, yani neredeyse hepsini uyguladım evliliğimde. Birisi mutlu oldu, hem de çok, ama o mutlu kişi ben değildim. Bunlar ve bunlara benzeyen kurallara dikkat ederek yaşarsan mutlu ediyorsun, evet de karşındaki kişi aynı şeylere dikkat etmiyor, edemiyorsa, sana pılını pırtını toplayıp, çekip gitmek kalıyor o hayattan. Ağlaya ağlaya giderken, arkanda ağlayan birini bırakarak hem de. Üstelik gittiğin yerde de ağlamaya devam ediyorsun.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 15 Mayıs 2010

posted under |

SON OTOBÜS

Gece yarısı. Son otobüs.
Biletçi kesti bileti.
Beni ne bir kara haber bekliyor evde,
ne rakı ziyafeti.
Beni ayrılık bekliyor.
Yürüyorum ayrılığa korkusuz
ve kedersiz.

İyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Dünyayı telâşsız, rahat
seyredebiliyorum artık.
Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği,
elimi sıkarken sapladığı bıçak.
Nafile, artık kışkırtamıyor beni düşman.
Geçtim putların ormanından
baltalayarak
ne de kolay yıkılıyorlardı.
Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri,
çoğu katkısız çıktı çok şükür.
Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı,
ne böylesine hür.

İyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Dünyayı telâşsız, rahat
seyredebiliyorum artık.
Bakınıyorum başımı kaldırıp işten,
karşıma çıkıveriyor geçmişten
bir söz
bir koku
bir el işareti.

Söz dostça
koku güzel,
el eden sevgilim.
Kederlendirmiyor artık beni hâtıraların dâveti.
Hâtıralardan şikâyetçi değilim.
Hiçbir şeyden şikâyetim yok zaten,
yüreğimin durup dinlenmeden
kocaman bir diş gibi ağrımasından bile.

İyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Artık ne kibri nâzırın, ne kâtibinin şakşağı.
Tas tas ışık dökünüyorum başımdan aşağı,
güneşe bakabiliyorum gözüm kamaşmadan.
Ve belki, ne yazık,
hattâ en güzel yalan
beni kandıramıyor artık.
Artık söz sarhoş edemiyor beni,
ne başkasınınki, ne kendiminki.

İşte böyle gülüm,
iyice yaklaştı bana ölüm.
Dünya, her zamankinden güzel, dünya.
Dünya, iç çamaşırlarım, elbisemdi,
başladım soyunmağa.
Bir tiren penceresiydim,
bir istasyonum şimdi.
Evin içerisiydim,
şimdi kapısıyım kilitsiz.
Bir kat daha seviyorum konukları.
Ve sıcak her zamankinden sarı,
kar her zamankinden temiz.

Nazım Hikmet Ran

posted under |

HOŞ GELDİN KADINIM

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
yorulmuşsundur;
nasıl etsemde yıkasam ayacıklarını
ne gül suyum ne gümüş leğenim var,
susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim
acıkmışsındır;
beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam
memleket gibi yoksuldur odam.

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını basdın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler
gönlüm gibi zengin
hürriyet gibi aydınlık oldu odam...

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin.

NAZIM HİKMET

posted under |

HASRET

Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.

Yüz yıldır bekliyor beni
bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından.

Nazım Hikmet

posted under |

TAHİR İLE ZÜHRE MESELESİ

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.


Nazım Hikmet Ran

posted under |

HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına
inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat
olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve
yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme
yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.

Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya
hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı
neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile
karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her
zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi
halin cezanda indirim sağlamaz.


Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu
yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen
karşılığında mutlaka başka bir iddiayla
karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması
gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın,
güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın.
"Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur
aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine
engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik
yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak
için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için?
Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o
lüksü sonuna kadar yaşasın.


Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak"
yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu
hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir
eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken
de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin
sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de
cabası....


Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun
asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip
de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yaşadığın
sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter
ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o
zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler
değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...

NAZIM HİKMET RAN

posted under |

BİR AYRILIŞ HİKAYESİ

Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum, ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak kırasıya,çıldırasıya...

Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum, ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz, yüzde hudutsuz kere yüz...

Kadın erkeğe dedi ki:
- Baktım dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek, dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana...
Ve artık biliyorum:
Toprağın
Yüzü güneşli bir ana gibi
En son, en güzel çocuğunu emzirdiğini...

Fakat neyleyim, saçlarım dolanmış ölmekte olanın parmaklarına,
Başımı kurtarmam kâbil değil!
Sen yürümelisin, yeni doğan çocuğun gözlerine bakarak...

Sen yürümelisin, beni bırakarak...

Kadın sustu.

SARILDILAR

Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...

AYRILDILAR...


Nazım Hikmet Ran

posted under |

BENCE SEN DE HERKES GİBİSİN

Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin

Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin

Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin

Nazım Hikmet Ran

posted under |

HOŞGELDİN

Hoşgeldin!

Kesilmiş bir kol gibi

omuz başımızdaydı boşluğun...

Hoş geldin!

Ayrılık uzun sürdü.

Özledik.

Gözledik...

Hoş geldin!

Biz

bıraktığın gibiyiz.

Ustalaştık biraz daha

taşı kırmakta,

dostu düşmandan ayırmakta...

Hoş geldin.

Yerin hazır.

Hos geldin.

Dinleyip diyecek çok.

Fakat uzun söze vaktimiz yok.

YÜRÜYELİM.....

Nazım HİKMET

posted under |

SAAT DÖRT YOKSUN

Saat dört yoksun

Saat beş, yok

Altı, yedi, ertesi gün

Daha ertesi

Ve belki kimbilir...

(...)

Kitap okurum

İçinde sen varsın

şarkı dinlerim

İçinde sen

Oturdum ekmeğimi yerim

Karşımda sen oturursun

Çalışırım,

Karşımda sen

(...)

En güzel deniz,

Henüz gidilmemiş olandır

En güzel çocuk

Henüz büyümedi

En güzel günlerimiz

Henüz yaşamadıklarımız

Ve sana söylemek istediğim

En güzel söz

Henüz söylememiş olduğum sözdür

O şimdi ne yapıyor?

Şu anda şimdi, şimdi, şimdi

Evde mi, sokakta mı?

Çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?

Kolunu kaldırmış olabilir mi, hey gülüm

Beyaz kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi

O şimdi ne yapıyor

Şu anda şimdi, şimdi, şimdi

Belki dizinde bir kedi yavrusu var, okşuyor

(...)

Belki de yürüyordur, adımını atmak üzeredir

Her kara günümde onu bana

Tıpış tıpış getiren sevgili

Canımın içi ayaklar

Ve ne düşünüyor, beni mi?

Yoksa ne bileyim

Fasulyenin neden

Bir türlü pişmediğini mi?

Yahut insanların çoğunun neden böyle

Bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor

Şu anda şimdi, şimdi

(...)

Saat dört yoksun

Saat beş, yok

Altı, yedi, ertesi gün

Daha ertesi

Ve belki kimbilir...

Nazım Hikmet Ran

posted under |

AYNI KİŞİDE EĞLEŞMEK...

“Gidişinin üzerinden üç yıl geçti” diye mırıldandı, kendi kendine konuşur gibi.

Duymamazlıktan geldim. Nasılsa daha önce birçok kez yaptığımı yapıp lafa girmeden, kendi haline bıtakırsam, birkaç cümleden sonra ilgisi başka bir yöne kayacaktı.

“Ama O hala benimle”

Sustum. Devam etmesi için cesaret vermemek adına, kulağım onda gözüm yan masada, öylece oturdum.

“Biliyor musun? İki gece önce uykumda, onun dizi çarptı bacağıma. Sırtım dönüktü ona. Diz temasından sonra, onun yattığı tarafa döndüm. Öyle emindim ki hala orda, öylece uyuduğuna. Sokuldum. Sokulduğum yerde, beni bekleyenin boşluk olduğunu ayrımsayınca, uyandım. Uykulu gözlerim, yastığını aradı, ellerimin dokunuşlarıyla. Ne zaman kaldırmıştım yastığını ve niye; hatırlayamadım. Oysa, O gittikten sonra, uzun süre kılıfını bile değiştirmediğim yastığı, Sinan’ın kokusunu ve başının izini kaybetmeden, öylece durmuştu, burnumun ucunda.”

Bugün susacağa benzemiyor. Hatta daha da kötüsü, hiç susacağa benzemiyor. Bu kadar yıl sonra bile, hala aynı duyguları, bu kadar yoğun, nasıl yaşayabiliyor anlayamıyorum, bu zamanda. Oysa artık sevgiler de ayaküstü atıştırılıyor. Yenilip yutuluyor, daha ağızlar silinmeden, yeni ilişkilere koşuluyor.

“O rüyanın şerefine, sabah ikimiz için mükellef bir kahvaltı hazırladım. Çay demlenirken bir taraftan da yumurtaları haşlayıp, ekmekleri kızarttım. Mis gibi huzur koktu mutfak, o kokuyu o kadar özlemişim ki. Gözlerimi kapatıp o huzurdaki ‘saklı aile kokusunu’ içime çektim. Doyasıya yaşamak için o sabahı, kahvaltıyı o kokunun içine, mutfak masasına hazırladım. Bilirsin mutfağımdaki masa küçüktür ama olsun biraz sıkışık oldu ama yetti. Sonra kahvaltılıkları servis tabaklarına aldım. O salamı çok seviyor diye, her zaman yeğidiğinden iki halka fazla koydum tabağına. Ne zamandır birlikte kahvaltı etmiyoruz ya o sabah şımarsın istedim. Çayları da doldurunca herşey tamam oldu. Birden evde şeker olmadığı aklıma geldi, o panikle elim ayağıma dolanıyordu ki O’nun da benim gibi çayı şekersiz içtiğini anımsayıp rahatladım. Ama O’na ait birşeyi unuttuğum için kendime kızdıyı de ihmal etmedim.”

Aman Allahım neler anlatıyor bu.

“Çayları da masaya koyunca, gelip karşıma oturmasını bekledim, ama gelmedi. ‘Az sonra gelir nasılsa, zaten O masaya hep geç kalır’ dedim içimden, bekledim, çaylar soğudu, olsun bu sabahta soğuk içeriz çayları dedim, yine bekledim, O yine gelmedi. Zaten gelmeyeceğini bildiğimi aklımdan geçirmeden bekledim.”

Bu gidişin nereye varacağını merak etmeye başlamıştım iyiden iyiye, ama belli etmemeye çalışarak, biraz da ilgisiz görünerek, lafı getireceği yeri bekledim.

“O kadar çok bekledim ki, neredeyse gelmeyeceğini kendime itiraf etmek üzereyken, yeni bir fikir geldi aklıma. O an elimden ne gelirse yapmaya hazırdım, O’nun karşımda olmasa da, evimdeki varlığını biraz daha hissetmek adına. Kalkıp banyoya gittim ve duşu açtım. Mutfağa geri geldiğimde kulağım banyodan gelen su sesindeydi ve biliyor musun gülümsüyordum. Üç dilim ekmek yedim su sesleri arasında, hem de inanılmaz bir iştahla. O hala duşta, suyun altındaydı. Yine herzamanki gibi uzun uzun kalmıştı duşta. Hep böyle yapardı zaten. Hafta içi hiçbir sabah birlikte kahvaltı edemezdik. Ben kalkıp giyinir, kahvaltıyı hazırlarken, O uyanıp duşa girer, ben kahvaltıdan kalkıp yatağı toplamaya yöneldiğimde, O kahvaltı masasına otururdu. Bu şekilde koşuştururken evin içinde, karşılaştığımız noktalarda ya küçük küçük öpüşür ya da el şakaları yapardık birbirimize. O sabah herşey tamamdı da sadece 'o küçük ama ömre bedel ayrıntılar’ eksikti.”

İnanmıyorum ya, bu kadının hayal dünyası ne kadar güçlü…

Ya da sevgisi bilmiyorum artık, ama ben iyi ki bu kadar çok sevmiyorum Ahmet’i.

Belki ben de çok seviyorum da zaten bir gün nasılsa gideceğini bildiğimden, varlığına değil de yokluğuna alışmakta bu kadar ısrarcıyım.

Yine başladı konuşmaya, bana düşen dinlemek…

“O küçük ama çok mühim ayrıntıların eksikliği aklıma düşünce, yokluğu gelip oturdu içime. Ama o sabah hiçbir şeyin keyfimi bozmasına müsaade etmeyecektim, e nede olsa, hatta hayal bile olsa, üç yıldır ilk kez Sinan evime gelmişti. Bütün gece yanımda yatmıştı, bana bile farkettirmeden ve şimdi sabah olmuştu ve varlığı hala burda, benimleydi. Bakma bana öyle ağzını açıp, hayal bile olsa, bunu yaşamak, herşeye bedel, tamam, anlatıyorum ama bilesin, anlamanı beklemiyorum, istediğim tek şey sessizce dinle beni, tamam mı?”

Tamam dinliyorum, duyduklarım karşısında boğulduğumu, yere geçtiğimi hissetsem de, dinliyorum. Sen anlat, aslını istersen benim de ilgimi çekti yaşadıkların, demedim tabi, daha da batmasın diye o karşılıksız sevginin içine, gözlerim bu kez elimdeki çakmakta, sadece ‘dinliyorum’ diyebildim.

Gözlerimin dolduğunu görmesin diye bakmadım O’na, bakamadım.

“Nerde kalmıştık? a evet hatırladım. O'nun evdeki varlığının devam ettiğini gösteren duş sesinde kalmıştık. O duşta kalmaya devam ediyor, bir türlü çıkmıyordu. Banyoya girip, O’nun yokluğuyla karşılaşmamak için, hemen atağa geçip, yeni bir fikir daha geliştirdim. Aklıma geleni o kadar çok beğenmiştim ki, iki kez boşluğu öpüp, bu öpücükleri, o dahiyane fikrimin yanaklarına gönderdim. Ne iyi yapmışım değil mi? Böyle bir fikir sadece öpülür, duyunca sen de öpeceksin. Hele bir dinle. Dedim ya banyoya gidip suyu kapatsam, Sinan’ın yokluğuyla karşılaşacağım. Banyoya girip suyu kapatmak yerine, evin giriş kapısının hemen sağında bulunan vanayı kapattım. Nasıl fikir ama, beğendin sen de bu fikri, yüzünden belli, hadi itiraf et, niye itiraf etmiyorsun? Her neyse, ben bu vanayı kapattım ya, kulağım tabii ki şarıl şarıl akarken birden tazziği düşen duş sesinde. Dış kapıyı kapatıp, yaslandım ve bekledim, su sesinin tamamen kesilmesini. Duşa dair tüm sesler kesilince, vestiyerden çantamı alıp çıktım evden. O’nu orda, evimin banyosunda ıslak ıslak bırakarak.”

Sustu çok şükür. Üşüdüğümü hissettim birden. Aynı anda aklıma Ahmet düştü, daha bir üşüdüm şimdi. O beni hep üşüttü zaten, bu yeni bir şey değil. Onun da öyle uzun uzun duş alışları oluyor. O gittiğinde bende mi Solmaz gibi olacağım? Ama yok olmam ben, çünkü Ahmet, Sinan gibi değil. Sinan Solmaz’ı görüp aşık olduğunda, bütün boş vakitlerini Solmaz’a ayırmıştı. Canım Solmaz, ilk başlarda bana vakit ayıramadığı için ne kadar da suçlu hissetmişti kendini. Bekle diyordu bana, senden vazgeçmiş değilim, biraz yoluna girsin, durulsun birşeyler, seninle yine beraber vakit geçireceğiz. Ama Sinan, O’nun hayatına girdiği günden itibaren sadece telefonlarla yetindik. Şikayetçi olmadım, çünkü arkadaşım mutluydu, bu da bana yetti, yetmişti.

Evet Ahmet, Sinan gibi değildi, ta en başından beri. Ahmet hayatıma girip rengini gösterince, Solmaz’ın telefon görüşmelerimizde Sinan’a dair anlattıklarını hatırlayıp, Ahmet niye Sinan gibi değil deyip o kadar çok kendimi yemişliğim vardır ki. Kendimi yiyip yiyip, Ahmet’in ağzını aramış, hiçbir soruma cevap alamamıştım. Evet ya da hayır gibi kısa cevaplar bile vermeyip, susmuştu. Hala susuyor.

Ah Ahmet, adresin belli de benim elim pulunu yapıştırmaya gitmiyor, diye kemdimle konuşmaya dalmışken Solmaz’ın sesiyle kendime geldim.

“Sinan’ı ıslak ıslak bırakıp evden çıktığım o gün, hayatımın en mutlu günüydü, biliyormusun? Gün çok çabuk geçti. Eve nasıl mutlu döndüm, bilemezsin. Ama daha anahtarı kapıya sokmadan, yokluğunun kokusu burnuma geldi, anlıyorsun değil mi beni? “

Hayır anlamıyordum, bu kadar anlaşılmayı beklerken bunu ona söyleyemedim.

Nedir bu halin, topla kendini, hiç diyemedim.

Sevmek eskidendi diye mırıldandım sadece kendimin duyabileceği şekilde. Aklımdan geçenleri, dilim varıp söyleyemesem de yüzümden anlasın diye, uzun uzun baktım gözlerinin içine.

“Aklından geçenleri çok iyi anlıyorum, inan. Ama elimde değil. O kadar çok şey, O’nu hatırlatıyor ki bana, başka türlüsü elimden gelmiyor. O'nu unutmaya uğraşmıyor muyum? uğraşıyorum, elimden gelen herşeyi yapıyorum, biliyorsun. Hatırla lütfen, yeni bir ilişkiye başlamayı bile denedim, ama olmadı. Olacaktı belki, adı neydi O’nun unutmuşum, ilk buluşmamıza gelirken Sinan’ın kazağının aynısını giyip gelmesini ben mi istedim ondan? a bak hatırladım adını, Tekin. Tekin’in gittiği yere kadar gidecektim ve inandırmıştım kendimi, sonucu ne olursa olsun, bu ilişki bana iyi gelecekti. Yeni bir heyecan, ne güzel olacaktı, bakma öyle inanmaz inanmaz, ben kendime inanmıştım, o kazak olmasaydı o gece Tekin’in üzerinde, Sinan o gece ölecekti.”

Sinan ölmeyecek, O’nu öldüremeyeceksin, çünkü istemiyorsun bunu, gerçekten istemiyorsun, diyemesem de içimden geçirdim, o sigarasını yakarken.

“Sinan dönmeyecek, artık dönmesini de istemiyorum desem, biliyorum inanmayacaksın bana, ama istemiyorum artık onun dönmesini, yokluğu beni o kadar yaraladı ki, dönüşünden sonraki varlığı, iyileştiremez o acıyan yerlerimi.”

Sustum yine ve sadece yüzüne baktım.

“Tabi tabi diyorsun değil mi içinden? Sinan bir, sen iki; beni anladığınızı gösterip, söylemek yerine, hep böyle alaycı bir anlamamazlıkla baktınız bana, üstelik en anlaşılmaya ihtiyacım olduğu zamanlarda. Hiçbir zaman sorularımın cevabını alamadım, ikinizden de.”

Sen de benim gibi cevaplarını alamadın mı? İçimden geçen bu sorunun şaşkınlığı, tüm varlığımı sardı. Silkelenip, seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun canım dedim, masanın üstünde duran ellerini tutmaya çalışırken.

Tuttuğum eller buz gibiydi, tıpkı bedenimin o andaki hali gibi.

Ah Ahmet, şu üşümelerim, hep senin yüzünden.

“Kalkalım mı?” diye sordu.

Hesabı ödeyip kalktığımızda, müthiş bir ağırlık hissettim omuzlarımda. Ben, bu ağırlığın anlamını biliyordum.

Ve biraz sonra Solmaz’ın benden ayrılınca nereye gideceğini.

Kendimin de tabii ki…

Bir müddet, öyle amaçsızca yürüdük, gitmek üzere olduğumuz yeri biliyorduk, birbirimize itiraf etmesekte.

Hiç ümidim olmasa da vitrinde gördüğüm bir eteği gösterip ‘hadi girip alalım ondan, bak bu eteğe ihtiyacımız var’ dedim Solmaz’a. Alay ediyorsun der gibi baktı yüzüme, hayır alay etmiyordum, ama eteğin zamanı değildi, biliyordum, bile bile, ama istemeye istemeye, bu ağır atmosferi dağıtmak için, şansımı denemiştim sadece. Etek benim de umurumda değildi.

Olmadı, tutmadı etekli bahanem.

Şu saatten sonra, bu psikolojinin bize yaptıracakları belliydi, ben de pes edip, hiç istemesem de teslim oldum, bu akşama ve bu akşamın bize yaşatacaklarına.

Soysal iş hanının önüne geldiğimizde, bir taksiye atlayıp uzaklaştı Solmaz, arkasından el bile sallayamadım, çünkü sallanan elimi görmeyecekti, biliyordum.

Bildiğim diğer şey; Solmaz'ın evinden önce gidip eğleşeceği "o" yerdi.

Biliyordum biraz sonra O’nu, nerede, neyi seyrederken bulacağımı, yine de emin olmak istedim, duran ilk taksiye atlayıp ‘Aşağı Ayrancı, Ali Dede Sokak, Lütfen’ dedikten sonra arka koltuğa gömüldüm, istedim ki omuzlarımdaki ağırlık, beni terk edip o koltuğa yerleşsin.

Az sonra, Ali Dede Sokağına girdiğimizde, onu tahmin ettiğim yerde buldum.

Onbeş dakika kadar önce bindiği taksinin, arka koltuğuna büzüşen Solmaz, şimdi, Ali Dede Sokak, 15 numaranın sekizinci katındaki, Sinan’ın yeni sevgilisiyle yaşadığı evin, karanlık camlarını seyrediyor.

İçim acıyarak yanından geçerken, yine herzaman ki gibi farketmedi beni. Arasam şimdi, açmayacak telefonunu. Aramadım ben de, yoluma devam ettim, kendi yanlızlığıma, kendi kimsesizliğime doğru.

Evime yaklaştıkça omuzlarımdaki ağırlık daha bir arttı.

Ahmet aklıma gelince, o ağırlık bin kat daha arttı sanki.

Nerede şu anda, kimlerle eğleniyor. Arasam, açar mı telefonunu, açar belki, açarsa; fonda müzik sesi, 'aşkım ne yapıyorsun' der. Belki de açmaz, açmasa da aradığımda, iki üç dakika sonra arar beni. Ya duymadım, ya uyumuş kalmışım, ya da şurdan gelen arkadaşlarla yemek yiyoruz hayatım, ben seni biraz sonra ararım, der kapatır, bütün gece beklerim aramaz, biliyorum.

Eryaman’a yol uzun ya, daha da uzadı sanki bu akşam, aksi gibi.

Taksinin arka koltuğununda, omuzlarımdaki ağırlığın altında uyukladım mı bilmiyorum, telefonumun meledisiyle kendime geldim.

Arayan Ahmet…

Bu kez de ben açmadım, beş altı çalmadan sonra kesildi melodi, nihayet...

Dikiz aynasında, gözlerim şoförün gözleriyle çakıştı.

Altı cevapsız arama daha var telefonumda ve hepsi Ahmet’e ait. Bu beni ne mutlu etti, ne mutsuz.

Ahmet bu, biliyorum huyunu, aklına gelmem, aramaz; gelince de arar, açmıyorsam beş on kez arar üst üste.

Arayınca telefonlarıma cevap vermeyen; gel deyince gelmemenin, git deyince de gitmemenin büyük bir maharet olduğunu sanan Ahmet.

Kendine münhasır Ahmet.

“Burası mı adresiniz?” diye soran şoförün, dikiz aynasında arayıp bulduğum gözlerine “evet” dedim.

Ücreti ödeyip teşekkür ederken, taksideki radyonun açık olduğunu ilk kez fark ettim.

Ve o radyodan yükselen ses “Böyledir bizim sevdamız” diyordu.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 08 Mayıs 2010

posted under |

GELMEYECEK...

Gelecek,

Üstüne sinecek kokusu.

Gidecek...

Gelecek...

Gidecek, ama bu kez dönmeyecek.

Karanlıkla beraber üstüne çökecek yokluğu.

Yokluğunda, içindeki varlığı büyüyecek.

Bir gün...

İki, üç derken,

Haftalar geçecek.

Mevsimler değişecek.

Şehirler belki...

Kilometrelerce yol katedeceksin.

Ama...

Ama içindekini onu katledemeyeceksin.

...

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 07 Mayıs 2010

posted under |

BEN ÖLÜRSEM AKŞAM ÜSTÜ ÖLÜRÜM

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm

Şehre simsiyah bir kar yağar

Yollar kalbimle örtülür

Parmaklarımın arasından

Gecenin geldiğini görürüm


Ben ölürsem akşamüstü ölürüm

Çocuklar sinemaya gider

Yüzümü bir çiçeğe gömüp

Ağlamak İsterim

Derinden bir tren geçer


Ben ölürsem akşamüstü ölürüm

Alıp başımı gitmek isterim

Bir akşam bir kente girerim

Kayısı ağaçları arasından

Gidip denize bakarım

Bir tiyatro seyrederim


Ben ölürsem akşamüstü ölürüm

Uzaktan bir bulut geçer

Karanlık bir çocukluk bulutu

Gerçeküstü bir ressam

Dünyayı değiştirmeye başlar

Kuş sesleri, haykırışlar

Denizin ve kırların

Rengi birdenbire karışır

Sana bir şiir getiririm

Sözler rüyamdan fışkırır

Dünya bölümlere ayrılır

Birinde bir pazar sabahı

Birinde sararmış yapraklar

Birinde bir adam

Her şeye yeniden başlar

ATAOL BEHRAMOĞLU

posted under |

AŞK İKİ KİŞİLİKTİR

Değişir rüzgarın yönü

Solar ansızın yapraklar;

Şaşırır yolunu denizde gemi

Boşuna bir liman arar;

Gülüşü bir yabancının

Çalmıştır senden sevdiğini;

İçinde biriken zehir

Sadece kendini öldürecektir;

Ölümdür yaşanan tek başına

Aşk iki kişiliktir.


Bir anı bile kalmamıştır

Geceler boyu sevişmelerden;

Binlerce yıl uzaklardadır

Binlerce kez dokunduğun ten;

Yazabileceğin şiirler

Çoktan yazılıp bitmiştir;

Ölümdür yaşanan tek başına,

Aşk iki kişiliktir.


Avutamaz olur artık

Seni bildiğin şarkılar;

Boşanır keder zincirlerinden

Sular tersin tersin akar;

Bir hançer gibi çeksen de sevgini

Onu ancak öldürmeye yarar:

Uçarı kuşu sevdanın

Alıp başını gitmiştir;

Ölümdür yaşanan tek başına,

Aşk iki kişiliktir.


Yitik bir ezgisin sadece,

Tüketilmiş ve düşmüş, gözden.

Düşlerinde bir çocuk hıçkırır

Gece camlara sürtünürken;

Çünkü hiç bir kelebek

Tek başına yaşayamaz sevdasını,

Severken hiçbir böcek

Hiç bir kuş yalnız değildir;

Ölümdür yaşanan tek başına,

Aşk iki kişiliktir.

ATAOL BEHRAMOĞLU

posted under |

SEVGİLİMSİN

Sevgilimsin, kim olduğunu düşünmeye vaktin yok, yapacak işleri düşünmekten.

Kalabalığın içinde kalabalıktan biri

Gecenin içinde bir yıldız, yitip gitmiş çocukluk gibi

Sevgilimsin, ak dişlerini öpüyorum, aralarında bir mısra gizli

Dün geceki tamamlanmamış sevişmeden


Sevgilimsin, boğuk aşkım, kanayan gençliğim

Uçuruyorum seni çocukluğuna doğru

Kanatların yorulup, ter içinde kalıyorsun

Gece yanıbaşımda bağırarak uyanıyorsun

Her sabah el sallıyorum metalle karışmana


Sevgilimsin, arasıra bir kağıt koyup erteliyoruz aşkı

Otobüslerde ve trende kaçamak yaşanan

Ve bedenlerimiz kana kana kanayamadan yan yana

ATAOL BEHRAMOĞLU

posted under |

SENİ ELİNDEN TUTUŞUM

Seni elinden tutmuştum...yaz geçiyordu

Yaz geçiyordu, biz geçiyorduk

Yazı elinden tutmuştuk


Birazdan geleceksin, bakışacağız

Bakışacağız, hem var hem yok gibi

Hem var hem yok gibi öpüşeceğiz


Aramızda söylenmemiş sözlerin uzaklığı

Aramızda yaşanmamış şeylerin uzaklığı

Yakın ayrılıkların sezgisi tenimizde


Hayat geçiyor biz geçiyorduk

Bir denizin üzgün kıyısında

Güz bir hastalık gibi ilerliyordu


Olgun ışığıyla güz

Ve biz yaklaşan ayrılıkların önünde

Kış duygularına bürünmüşüz

ATAOL BEHRAMOĞLU

posted under |

GECE VAKTİ KAPIYI ÇALIP GELEN KİMDİR

Gece vakti kimdir kapıyı çalıp gelen

Yitirdiğim bir mutluluk mu

Habercisi mi gelecekteki bir mutluluğun


Gece vakti kimdir kapıyı çalıp gelen

İçimde bağıran acılar mı

Serseri, başıboş bir rüzgar mı

Gece vakti kimdir kapıyı çalıp gelen

Ansızın çıkıp gelen bahar mı


Gece vakti kimdir kapıyı çalıp gelen

Yüreğim mi,damarlarımda hışırdayan kan mı


Bağırarak bu kansız evlerin suratına

Bağırarak bu kansız sokakların suratına

Bağırarak bu kansız insanların suratına

Bağırarak yüreğimdeki kanı


Gece vakti kimdir kapıyı çalıp gelen

ATAOL BEHRAMOĞLU

posted under |

YANLIZLIK ŞİİRİ

Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır

Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım

Bu gece dağ başları kadar yalnızım


Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından

Dudaklarımda eski bir mektep türküsü

Karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim

Gözlerim gözlerini arıyor durmadan

Nerdesin?

Atlla İLHAN

posted under |

AŞK GELMİŞ CİHANA

Kız kaptırdı gönlünü

Sevdiği oğlan kalpsizin biri

Alay etti güldü...

Hiç aşka gülünür mü?


Ne çare, cahil aklı

Kız hastalandı, yattı

Mumda yandı pervane... öldü.


Oğlan sormakta haklı

Hiç aşktan ölünür mü?

Behçet NECATİGİL

posted under |

BİRİNİN KADINI...

Birinin kadını olmak istiyorum...

Başka hiç kimse tarafından dokunulmamak, konuşulmamak, bakılmamak hatta!

Biraz korunmak, biraz şımarmak...

Bir kaç çeşit yemek yapmak, İstiklal caddesinde sıkı sıkı elini tutmak, belki film izlemek ama mutlaka çekirdek çitlemek, bi yerlerde çay içmek,

Pazar sabahı kahvaltısı etmek uzun uzun, sahilde yürüyüş yapmak gibi küçük ama zor heveslerim var!

Neden mi?

Herkesin eli tutulmaz,herkesle film seyredilmez,

Herkesle çekirdek çitlenmez,

Herkesin kadını olunmaz da o yüzden!

İçinden gelmeli...

Hücrelerine kadar hissetmeli, dna"larına kadar bilmeli insan!

Düşünerek emin olunmaz, bir anda ya olunur ya olunmaz.

Bir de şu yakın geçmiş duvarları olmasa, kafa da hiç karışmaz ya, olsun!

Oysa bazen tek bir söze ya da bir bakışa yıkılır bütün duvarlar...

Kek yapmayı da öğrenmek lazım aslında bi ara!

Sabahları uyandığımda “günaydın sevgilim” mesajları görmek istiyorum telefonumda.

Gün içinde özlediğim birisi olsun istiyorum.

Özlemek istiyorum birini.

Çok özlersem dayanamayıp gidip sarılmak istiyorum.

Dayanamamak istiyorum!

Çalışırken, düşünmek istiyorum sonra onu!

Aklımda olduğu için gülümsemek istiyorum ara ara...

Gülümsediğim için daha çok çalışmak...

Birini sevmek istiyorum; hiç kimseyi sevmediğim gibi, biri sevsin istiyorum beni, hiç sevilmediğim gibi...

Biri o kadar çok sevsin ki beni, hatalarımı da sevsin istiyorum!

O kadar çok sevsin ki; hata yapmaktan ödüm kopsun!

Kıskansın istiyorum biri beni!

Sorsun istiyorum “neredesin” diye,

“Hımm kim aradı bakayım” diye!

Ben sormam ama, korkmasın. O sorsun!

“Biliyo musun ne oldu?” ile başlayan heyecanlı cümlelerimin sonuna kadar tahammül etsin istiyorum biri bana.

Mutlaka ipe sapa gelmez bir şey olmuştur ama dinlesin sonuna kadar.

Ya bi yavru kedi macerası ya da işte ona benzer bir şeyler olmuştur.

Ben de her seferinde sanki bahçeyi kazmışımda hazine bulmuşum gibi heyecanla ve öneminin üzerine basa basa anlatırım ya, dinlesin işte.

“Ya, evet, çok mühim bir şeyler olmuş” falan desin bi de sonunda...

Şimdi ben istesem İstiklal caddesinde birinin elini tutup gezemem mi?

İstesem benimle birlikte çekirdek çitleyip aynı anda film seyretmeyi de başarabilecek birini bulamam mı bi arasam?

Şimdi ben yalnız olmak istemesem, yalnız olur ve bunları da yazıyor olurmuydum?

Hiç sanmam!

Birinin elini tutmakla, birinin elini, sıkı sıkı tutmak arasında çok fark var!

Ya tutarsın ya da tutmazsın ya da, tutmuş gibi yaparsın işte.

Ben yapmam!

Bunu zaten bilirsin.

Kimin elini tutacağını yani.

Deneyerek bulmazsın.

Sadece bilirsin.

Bilmek!

Açıklaması yok.

Ve ben elini sıkı sıkı tutmayacağımı bildiğim hiç kimseyle İstiklal caddesine gitmeyeceğim!

Heyecanla ve özene bezene olmadıktan sonra kimseye yemek yapmayacağım!

Repliklerin bir anlamı yoksa, kimseyle film seyretmeyeceğim.

Zaten çekirdeği unutsun bile, asla olmaz!

Birinin kadını olmak istiyor canım; biraz korunmak, biraz şımarmak...

Çekirdek mutlaka olsun!

Yasemin PULAT

posted under |

İÇİNDEKİ GÜCÜ HAREKETE GEÇİR. HADİ...

Beklentileriniz gerçekleşmiş gibi, ama gerçekten gerçekleşmiş gibi yaşayın.

Şükredin, şükrederken hayatta sahip olabileceğiniz herşeye sahip olmuşsunuz gibi yürekten olsun şükrünüz.

Elde etmek istedikleriniz herşey, size verilmiş gibi teşekkür edin, bu teşekkür öyle inanarak ve içten olsun ki tüm kalbiniz inansın önce, size istediğiniz herşeyin verildiğine.

Sahip olmak istediğiniz herşeye sahipsiniz artık,(şimdilik sadece beyninizde olsa bile) ama siz sakın "şimdilik sadece beynimde gerçekleşti" diye aklınızdan geçirmeyin... İnanın. Gerçekten, gerçekleşmiş gibi inanın. Yarın yüzünüze dikkatli bakan birileri sizde birşeylerin değiştiğini söyleyecektir. (Tecrübemle sabittir.Yakın çevrem son zamanlarda bendeki değişimin farkında, bendeki bu değişimin tek nedeni yine benim. Gelen geldi, giden gitti, gelen; verilen değere değmedi, değersizliğini sırtlanıp gitti. Ben yine burdayım, hem de daha bir mutlu ve güçlenmiş olarak.)

Bu ve buna benzer inançları alışkanlık haline getirin. Başaracağınıza değil, başardığınıza inanarak yaşayın.(Örn.Bekar bir delikanlısınız ve bir kızdan çok hoşlanıyorsunuz ama kızın sizinle aman aman ilgilendiği yok. Önce siz inanancaksınız o kızın ve hatta bütün kızların tek şansı olduğunuza. Ve o inançla gideceksiniz buluşmaya)

Ve...

Nihayet akşam oldu ve yatağa girdiniz. İstediğiniz gibi gelişmeyen olaylar üzerinde durmayın. Durmamayı beceremediniz mi? odanızın camını açın ve tüm olumsuzlukları dışarı üfleyin. Yine mi olmadı? (hiç sorun değil) elinize bir kağıt, kalem alın. Birazdan dışarı çıkacaksınız ve geri geldiğinizde sizi o odada neyin, nasıl beklemesini istiyorsanız onun resmini çizin ve o resmi yatağınıza yattığınızda görebileceğiniz bir yere asın. Odadan çıkmadan önce o resme "bekle beni az sonra geleceğim" deyin. Artık dışarı çıkıp hava alma zamanı. Kulaklığınızı takın, müzik dinleyerek yarım saat yürüyün.O yürüyüşler sırasında, sizi odanızda istediğiniz gibi bir hayatın beklediğini düşünün, göreceksiniz huzursuz çıktığınız kapıdan huzurla gireceksiniz.

Bir de.

Hatta en önemlisi...

Hayatta hiç bir şeyi ve kimseyi kendinizden çok sevmeyin.

Siz kendinizi seviyorsanız, kendinize saygınız var demektir. Kendine saygısı olanın karşısındakine de saygısı olur. Sonuçta sevgi ve saygıyla yoğurulmuşsa hamurunuz, ayağınıza dolanan çer çöp vazgeçirmesin sizi hayattan ve hayatın düzgün bir insana vereceği nimetlerden.

İçelim güzelleşelim demiş üstat.

Ben de "sevelim güzelleşelim" diyorum.

Noktayı, dün akşam "sözler bazen bir hazine" sitesinde okuduğum gerçek bir hazine olan şu cümleyle koymak istiyorum.

"Ben bu gönülde ne gemiler batırdım, kıçı kırık bir sandalın lafı bile olmaz"

Mutlu olun ve öyle kalın.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 05 Mayıs 2010

posted under |

HERŞEY SENDE GİZLİ

Yerin seni çektiği kadar ağırsın

Kanatların çırpındığı kadar hafif..

Kalbinin attığı kadar canlısın

Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...

Sevdiklerin kadar iyisin

Nefret ettiklerin kadar kötü..

Ne renk olursa olsun kaşın gözün

Karşındakinin gördüğüdür rengin..

Yaşadıklarını kar sayma:

Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,

Sevdiğin kadardır ömrün..

Gülebildiğin kadar mutlusun

Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin

Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer

Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın

Bir gün yalan söyleyeceksen eğer

Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret

Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!

İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun

Çiçek sulandığı kadar güzeldir

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli

Bebek ağladığı kadar bebektir

Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,

Sevdiğin kadar sevilirsin...

CAN YÜCEL

posted under |

DELİ KİM?????

Bir de bana delisin derler…

Diyenler kim?

Sevip; sevildiğim, baştacı edildiklerim.

Bir de…

Sevip; sevilmeyi ve baştacı edilmeyi beceremediklerim.

Onlar, aslında benden daha delidir.

Hatta dengesiz delidir.

Ben, en azından neyi, neden istediğimi bilir, dillendiririm…

Neden ve kimin varlığını aradığıma dair sağlam gerekçelerim vardır her daim.

Özlemimin, “onun” yanımda olmasını istememim gerekçesi içtendir.

Aşktandır bir de.

Aşk...

Çok tehlikeli ama sıcak, sıcacık bir duygu.

Bu duyguya mı yoksa bu duyguyu yükleyenemi belli değil ,
Belki ikisinin arasında bir şeye, sokulmak istersin her fırsatta.

Yarattığın fırsatlar eline ayağına dolanır çoğukez.

O dolanmalar durup dururken olmaz,

Bilirsin iyi günlerin kaç gün süreceğini, pembeyi özellikle fazladan kullandığın resimde.

Bir şeyler iyi gidiyor demeye çekinmen de ondandır aslında.

Aynı resim, o kadar çok kez karşına gelmiştir ki, bakmana gerek yoktur görmen için, resmin arkasındaki manzarayı.

En ağırı da şudur.

Herşeyi bilip, hala aynı yerde eğleşmek.

İster, ama atamazsın, seni o kısır döngüden uzaklaştıracak adımı.

Geçen bir zamanda, ki bu zaman öyle uzakta kalmış, unutulmuş bir dilim de değildir, yanında olmak için açıktan açığa ele vermese de kendini, kapıdan kovsan bacadan gireceğimi oynayan adam, belki birgün, belki aynı günün beş altı saati içinde, tamamen başka bir adama dönüşmüştür.

Sorsan susar.

O susmalarla, farkında olmadan , bile bile çizdiği profili, yine kendi eline aldığı silgiyle silmiştir.

Kullandığı silgiyi gözüne soksan, nafile, anlamaz.

Anlamaz mı, anlamamazlıktan mı gelir, belli mi?

Evet belli…

O da bilir cevabı aslında, sen de.

Sokulmaların nedeninin sevgi olmadığını anlar, kırılırsın.

İçindeki sevgiyi, avuçlarının arasına alıp, gizlemek istersin.

Gizlersin de bir iki gün.

Gizlediklerin içinde, kaçar kaçar aynı yere gelirsin.

Vardığın yerde bulacakların, kaçarken ardında bıraktıklarındır.

Semiha GÖKTUNA Eryaman-ANKARA 03 Mart 2010

posted under |

GÜLMEK DE VARMIŞ

Bugün güldüm, gerçekten, gerçek gerçek güldüm.

Güldürdüler.

Güldürenler de güldü.

Bir ara kriz şeklini aldı gülmelerim. Çenem kasıldı, karnım ağrıdı. Bu gülüşlerin, daha önceki yazılarıma dayanarak, bunalımlı birinin anlık dağılması olarak algılanmasını istemem. Bu günkü durumuma bu algıyla yaklaşmak, öncelikle beni güldürmeye çalışan o iki değerli insana ayıp etmek olur, sonra da tabiiki bana.

Utandığımı hatırlıyorum bir ara, gözlerimden akan yaşlardan. Aslında ben o yaşlardan hep utanmışımdır. Güçlü insan yaftasının altında ezildiğim anlarda bile o utancın iki eli iki yakamda olmuştur.

Ama bugün o yaşlar mutsuzluk yada umutsuzluktan akmadı, o yaşların kaynağı, bu kez kendimi iyi hissederken gülmekti.

Güldüm, çünkü güldürdüler.

Gülmemin zamanı gelmiş dedim, içimden…

Bir yandan burnumu çekerken, elimde mendil, gözyaşlarımı silmeye çalıştım diğer taraftan.

Annemin, çocukken benim için çok sık tekrarladığı bir cümle vardı. “Ya gülüyorsun, ya ağlıyorsun. Biraz normal davransana.”

Bu cümleyi ilk duyduğumda, uzun uzun ağladığımı hatırlıyorum!!!, bir de ağlamam kesilince “ben niye ağladım şimdi” diye düşündüğümü. Düşünmüş, işin içinden çıkamamıştım, çocuk aklımla.

Ağlaya, güle büyümeye devam ederken, normal biri olmadığımı anımsatan”o” cümleyi birkaç kez daha duymuştum annemden. Her tekrarda “normal biri nasıl olunur”un cevabını aramıştım uzun uzun.

Arayışlarımın sonucunda cevabı bulduğumu sanıp, gülmem beklenen yerde gülmemiş, ağlamam gereken yerde de ağlamamıştım bir ara.

İlerleyen günlerde, ya annem unutmuştu o “derin” anlamlar içeren cümlesini, ya da hala tam olarak normal biri olmasam da, ona yakın biri gibi görünmeyi başardığıma inanmıştım.

Şimdi kırkbir yaşındayım.

Bugün, o gülüşlerimin arasında farkettim; beni geçen yıllar hiç değiştirmemiş, normal biri olmak bir tarafa, daha da anormalleştirmiş. Ama bir müddettir, duyduklarımı daha fazla içimde hissedip, daha çok ağlayıp, sonra daha da çok ağlamışım.

İkisinin arasında tık yokmuş. Bir saniyelik ömrü olan tebessümüm ya da gözlerimde belli belirsiz ıslaklık olmamış hiç.

Bu bir tercih meselesi değildi şimdiye kadar. Annemin “ya ağlıyorsun, ya da gülüyorsun..." sözüne inat, uzun süreden beri sadece “çok ağlayan” biri olup çıkmışım.

Bugün o ıslak ama keyifli anlarda, yeni yeni, yani şimdilerde büyüdüğümün ayrımına vardım.

Hangi ara oldu bilmiyorum ama sanırım son birbuçuk ay içinde, gerçek anlamda büyüme evrimimi tamamlamışım.

Hani az önce demiştim ya, ağlamak ya da gülmek benim tercihim değildi diye. Madem büyüdüm, ağlamakta gülmekte, benim tercihim olacak artık.

Ve ben tercihimi gülmekten yana kullanacağım.

Büyüyüp, gülmeyi seçmiş biri olarak da,bundan böyle hayatıma girecekler ve orada kalacaklar, beni güldürmeyi başaranlar olacak.

Tıpkı bu gün yaptığım gibi.

Sevgili Gülseren ve yine sevgili Cihan;

Siz benim hayatımda var olduğunuz sürece, ben güleceğim, biliyorum.

Bu gün bana yaptıklarınız, belki sizin için beni güldürmekten ibaretti.

Ama benim dünyamda bu gün yaşadıklarımın anlamı, çok daha derin birşey.

Bir tane daha anlatıp bitireceğim diyen Gülseren’in anlattıklarına bir tane daha eklerken bize yaşattığını da,

Mahcup ama sokulgan tavrıyla, bir tane daha aklıma geldi deyip yeni bir fıkraya başlayan Cihan’ın, o an fıkranın kahramanı kılığına bürünmesini hiç unutmayacağım.

Bugünün anısına, beni güldüren fıkralardan bir kaçını sizlerle baylaşmak istedim.

Hadi buyurun, biraz da siz gülün, ben hala gülerken.

Hepimiz el ele verip gülersek, eminim hayatta bize gülecektir.

BAHŞİŞÇİ POLİS

Vatandaşın biri otomobiliyle yolda giderken trafik kontrolüne takılmış.

Sağa çek işareti yapan polisin komutuna uyan vatandaş, polisin istediği ehliyeti, ruhsatı torpido gözünden çıkarıp uzatmış.

Elindeki evraklara şöyle bir göz gezdiren polis; “Mezdeke de var mı?” diye sormuş.

“Var” demiş, bizim her duruma hazırlıklı vatandaş.

“Çalsın o zaman“ diyen polis elleri belinde beklemiş, müziğin başlamasını.

Bir iki saniye sonra başlamış mezdekenin kıvrak nağmeleri.

Vatandaş, şoför mahallinde otururken, daha neler oluyor demesine kalmadan, havaya giren polis başlamış kıvırmaya.

Biraz sağdan, biraz soldan, oh aman derken gerdan kıvırmayı da ihmal etmeyen bizim polis, az önce sırtını döndüğü vatandaşa, belini büküp, bükülen belinin üzerinden yere doğru uzattığı başının vatandaşa dönük alnını göstererek;

“Eşşek değilsin ya, yapıştırırsın artık bir ellilik”

Demiş…


AKILLI FARE

Nuh Peygamber tufanın haberini alınca, yaptırdığı gemiye, dünya üzerinde yaşayan her canlının bir dişisini bir de erkeğini alarak tufanın başlamasını bekler.

Ve beklenen gün gelir.

Tufandan sonra dünya su altında kalırken sadece gemideki canlılar kurtulur.

Kurtulurlar da gemide çok ciddi bir sorun yaşanmaktadır.

Tufandan önce gemiye alınan her canlının bir dişisi bir erkeği sayesinde, gemide nüfus hızla artmaktadır.

Nuh Peygamber soruna bir çözüm bulur.

Her türden canlının, erkek olanlarının, erkeklik organlarını, gemi karaya ulaşana kadar, bir makbuz karşılığında kendisine teslim edilmesini ister ve isteği yerine getirilir. Gemi karaya ulaştığında verilen makbuz karşılığında erkeklik organları makbuz sahiplerine iade edilecektir.

Erkeklik organını teslim edenler arasında fare de vardır.

Teslim sonrasında karısının yanına dönen erkek fareyle, karısı ”zaten işe yaramıyordu, verdin de iyi ettin” deyip alay eder.

Bu alaylar bir müddet devam eder.

Bir gün yine dişi fare “zaten işe yaramıyordu, oh verdin de iyi ettin” dediğinde; erkek fare elindeki makbuzu eşine uzatır.

Ve şöyle der;

“Sen dalganı geç, bir yolunu bulup, benim makbuzla, filin makbuzunu değiştirdim.”


SOLUCAN

Piç Ali, sokakta oluşan çamurda, eline geçirdiği bir solucanla oynarken, dedesi yanına gelir ve bir müddet Ali’yi izler.

Daha sonra, solucanla oynayan Ali’nin önüne bir halka bırakan dede “hadi bakalım o eğri büğrü duran solucanı bu halkanın içinden geçirebilecekmisin” diye sorar.

Ali bir müddet düşünür ve uzatıp düzelttiği solucanın üzerine japon yapıştırıcısını sürer. Kuruduğunu gördüğünde, solucanı alıp halkanın içinden geçirir.

Ertesi gün Ali’nin yanına gelen ninesi;

“Kör olası Ali, dedene ne yaptın öyle ?” der.


VİAGRA

Seksen yaşlarında bir dede, eczaneye gelip, eczacıdan, bir viagranın dörtte birini ister.

Eczacı, dedeye şöyle bir bakar; “Ben size viagranın dörtte birini değilde tamamını vereyim” der.

“Olmaz” der bizim dede.”Bana viagranın sadece dörtte biri lazım”

“Yok” der eczacı “Size ancak tamamı yeter”

Karşılıklı ısrarlar devam ederken, ağzındaki baklayı çıkaran dede;

“Bana dörtte bir viagra yeter, bacağıma işemeyeyim yeter” der.


ÇORBA

Piç Ali, anne babasını özel anlarında hiç yalnız bırakmaz. Ne yapar eder, bir yolunu bulur, her seferinde işi yarıda bıraktırır.

Anne babası ise, Ali’nin bu atakları karşısında, her seferinde Ali’ye çaktırmadan beraber olma yöntemleri geliştirirler. Ama nafile, sonuç alamazlar, Piç Ali bu, gözler fıldır fıldır, her dakika anne babasını takiptedir.

Yine öyle günlerden birgün. Üçü sofrada çorba içmekteyken, annesi birden çorbayı üstüne döker.

“Ay yandım, tuvalete gidip temizleyeyim bari” der ve kalkıp tuvalete girer.

Ali çakmıştır olayı, babasını süzer şöyle bir.

Ali’nin kafasından geçenlerden habersiz baba “ben de annene yardım edeyim” deyip tuvalete yönelir.

Ali bu, boş duracak değil ya. O da tuvalete gidip anne babasını gizlice izler ama sesini çıkarmaz.

Aradan birkaç gün geçer, akşam yemeğine misafirleri gelir ve yine çorba içilmektedir.

Sofradakiler çorbalarını kaşıklarken “dikkat edin de çorbalarınızı üstünüze dökmeyin” der Ali.

“Babam çorbasını üstüne dökeni tuvalette s…..r”

Diye de ekler.


PREZARVATİF

Bizim piç Ali, çekmeceleri karıştırırken bir tane prezarvatif bulur ve annesine ne işe yaradığını sorar.

Sıkışır kadın, ne desin, geçiştirmek için “o babanın balonu, nefesini açmak için, ara ara üfleyerek şişiriyor” der.

Yemez Ali “hadi anne gerçeği söyle” der.

Kadıncağız ne dese olmuyor, son bir atak yapar, şöyle daha ciddi ve korkutucu bir yalan bulup “baban onunla fareleri öldürüyor” der.

Ali bu, piç piç bakıp, şöyle deyip konuyu kapatır.

“hadi ya anne, babam fareleri s…..k mi öldürüyor ?”


SEVGİYLE KALIN ve HEP GÜLÜN.

Semiha GÖKTUNA 02 Mayıs 2010 ANKARA Eryaman

posted under |

ÖĞRENDİM Kİ

Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün
Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem
Çok vakit alıyor.

Öğrendim ki...
Karşılık vermek
Düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen
Tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar
Bir şey yapılması gerektiğinde
Yapılması gerekeni
Şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları
Kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp
Tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki...
Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar
Daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki...
Hiç tanımadığın insanlar,
iki saat içinde,
senin hayatını değiştirir.

Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Öğrendim ki...
Duvarda asılı diplomalar
İnsanı insan yapmaya yetmez.

Öğrendim ki...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.

Öğrendim ki...
Karşısındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin
nereden geçtiğini bulmak zor.

Öğrendim ki...
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.
Gerçek aşkların da!

Öğrendim ki...
Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok,
Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Öğrendim ki...
Aile hep insanın yanında olmuyor.
Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz.
Aile her zaman biyolojik değil.

Öğrendim ki...
Ne kadar yakın olursa olsunlar
En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir.
Onları affetmek gerekir.

Öğrendim ki...
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.
Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Öğrendim ki...
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın
Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Öğrendim ki...
Şartlar ve olaylar,
Kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.
Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Öğrendim ki...
İki kişi münakaşa ediyorsa,
Bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez.
Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Öğrendim ki...
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.
Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Öğrendim ki...
Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.
Ataol BEHRAMOĞLU

posted under |
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Hakkımda

Fotoğrafım
1968 Çanakkale doğumluyum.Halen Ankara'da yaşıyorum ama en büyük özlemim İzmir'e yerleşmek.Orda renk renk sardunyalar ve salıncakla tatlandırılmış kocaman balkonu olan bir evin beni beklediğine inanıyorum.Derin yaralar aldığım kazalarım oldu. Ama hayata dört elle sarılabilme yeteneğim sayesinde atlattım. Gülebiliyorum hala, birileri benimle gülebiliyor,acıkıyorum, susuyorum, uykum geliyor, özlüyorum, sessizce, umutla ve gülümseyerek daha iyi günlerin gelmesini bekliyorum, sevme yeteneğimi kaybetmedim henüz ve kaybetmeye de hiç niyetim yok, inanıyorum önce kendime sonra kendine inanan herkese. Bunlar az şey mi? Bence herşey, sizce de öyle değil mi?

İSTERİM HERŞEY GÖNLÜMÜZCE OLSUN, YA DA OLAN HERŞEYİ GÖNLÜMÜZ KABUL ETSİN.ÖNEM VERDİĞİMİZ HERKES UZANABİLECEĞİMİZ KADAR YAKINIMIZDA OLSUN, BU KADAR YAKINLIK İSTEMİYORLARSA BİZİMLE, UNUTABİLECEĞİMİZ KADAR UZAĞIMIZDA OLSUN. İSTERİM Kİ HAYATIMIZA GİREN HER ŞEY MİDEMİZE GİREN BİR KURU LOKMA KADAR DEĞERLİ OLSUN...

Bu Blogda Ara

Followers


Recent Comments