EVİM; CENNETİM VE CEHENNEMİM

Eski zamanda bir adam “hayatın anlamı”nın ne olduğuna kafayı takmış.

Kütüphaneler dolusu kitaplar, bilginler, alimler, göklere yapılan yakarışlar; hiç biri ona yeterli cevabı verememiş. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş.

Koca dağları aşmış, “hayatın anlamı”nı bulmak uğruna uçsuz bucaksız çölleri geçmiş, engin denizleri aşıp en ıssız kentlere bile gidip herkese sormuş ama zaman da bir yandan geçip gitmekteymiş.

Tam umudunu yitirmek üzereyken bir köyde insanlar, karşıki dağlarda yaşayan aksimi aksi bir bilgeden söz etmişler. Zirvede yüksek duvarlar ardındaki bir bahçede yaşayan bu bilgenin her soruya bir cevabı varmış.

Zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı zirvedeki bahçeye ulaşmış ama bilge ona kapılarını açmamış. Yüksek duvarların önünde yakarmış ve sonunda bilge insafa gelip ona kapıyı açmış.

Kapıdan içeri giren adam sonunda “hayatın anlamı”nın ne olduğunu sorabilmiş bilgeye.

Bilge; “ sana bunun cevabını söylerim ama önce sınavdan geçmen gerekiyor” demiş, adam da kabul etmiş.

Bilge, küçük bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytin yağı doldurmuş “şimdi çık ve bahçede bir tur at, tekrar buraya gel, ama kaşıktaki zeytinyağı bir damla bile eksilirse kaybedersin” demiş.

Adamın gözü çay kaşığında, bahçedeki patikayı takip edip, bahçeyi turlayarak gelmiş, işte demiş adam “kaşıktan bir damla bile eksilmedi, söyle bana artık hayatın anlamını…”

Bilge; “acele etme, istediğin cevabı alacaksın, önce bana bir anlat, o gezdiğin bahçe nasıldı?” diye sormuş.

Adam şaşkın; “ama ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki, bir damla bile dökmemem gereken zeytinyağı vardı orda” demiş.

Bilge, “şimdi yeniden bahçede dolaşacaksın, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi de inceleyeceksin” demiş.

Adam tekrar bahçeye çıkmış, geri geldiğinde bilge, adama “bahçe nasıldı?” diye sormuş.

Adam gördüğü güzellik karşısında büyülendiğini anlatmış “hayatımda gördüğüm en güzel bahçe bu. O çiçekler, o ağaçlar, akan sular harika” demiş.

Bilge ona “sen bu bahçeyi daha önce de gezmiştin, bir damla bile yağ dökülmemişti ama şimdi ise kaşığında hiç yağın kalmamış” demiş.

Ve eklemiş…

“Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya, sadece bir noktayı görürsen hayatın akıp gider ve sen farkına varmazsın ya da güzelliklerin tam ortasında hayatını yaşarsın ama son sahnedeki sorumsuzluk sana acı gelebilir. Hayat senin bakışında gizlidir, şimdi kendine sor, ikinci bir kez sen bu bahçeyi gezebilecek misin? Hayata bir daha bak, bu sana sunulmuş en güzel armağan” demiş.


-BİTTİ-

Evet bitti, yani yukarıdaki anlatı bitti, şimdi de benim anlatım başlıyor.

O’nunla on yedi yıl öncesinin Çanakkale’sinde tanışmış, tanışır tanışmaz da her nasılsa, birbirinizin en önemli kişileri oluvermiştik. Devamında gelen zaman; önce beni Eskişehir’e, birkaç ay sonra da O’nu ankara’ya sürmüş, aynı şehirde yaşama lüksümüzü elimizden almıştı. Zaman, sonrasında da boş durmayıp, yaşadığımız şehirleri değiştirmeye devam edecekti.

Ben daha Ankara’da yaşamaya başlamadan yıllar önce, O’nu ziyarete geldiğim bir gün, Ata Kule’de yemek yemiştik birlikte. Aradan on yılı aşkın bir zaman geçti. Ben onun Ankara’sına geldiğimin altıncı ayında o buraları bana bırakıp gitmek zorunda kaldı. Ama esas olan doğruluksa ve sağlamsa bir şeyler zaman ve zemin nedir ki diyenlerdenmişiz ki ikimiz de ayrı geçen zamanlarımızda, bir gün yeniden buluştuğumuzda birbirimize büyük bir heyecan ve keyifle anlatabilecek bir sürü şey biriktirebilenlerden de olduk.

On yedi yıldır birbirimizi sevmekten bir gün bile vazgeçmeyerek, hayatımıza girip çıkanlar olsa da, birbirimizin hayatındaki ikimize ait o yeri, o sağlam yeri hiç kimseye kaptırmayarak, hatta zaman gelip birbirimizi incitip kırmış olsak da birbirimizden uzaklaşmayıp, uzaklaşamayıp, herkese kısmet olmayacak derinlikte sevgili, dost, arkadaş hatta bazen aile ötesi bir birliktelik yaşadığımız; hayatımın vazgeçilmez üç beş kişisinden biri olan kişiyle “ kişi diyeceğim, ona tek bir sıfat yakışmıyor çünkü” yıllar önce Ata Kule’de yediğimiz o yemediğin tekrarını yaşamak için bu hafta sonu aynı masaya oturup aynı yemekler eşliğinde, yine aynı içkileri içerken, hayatımızı didikledik.

Konuşmanın bir yerinde hüzünlendiğimi görüp “dinle bak sana ne anlatacağım” dedi.

“Tabi anlat ama anlattıklarında nasihat olmasın lütfen, sen güçlüsün gibi lafları kaldıracak durumda değilim” demeye fırsat bile vermeden yukarıdaki anlatıyı dillendirdi.

Anlattım da ne iyi ettim değil mi, bakışını görünce, teşekkür edip ağzına sağlık demek durumunda kaldım ama “Kim yazmış bunu” diye sormadan da edemedim, duyduklarımdan etkilenmiştim etkilenmesine de biliyordum, on dakika sonra ne o adam kalacaktı aklımda, ne o her soruya cevap bulan bilge.

“İnternette Lider diye bir siteden okudum ve biliyor musun? okur okumaz bunu sana anlatmam lazım diye düşündüm” dedi.

“Bunun için mi bu kadar ısrar ettin bu hafta sonu Ankara’ya gelmekte” diye sorduğumda aldığım cevap bana hiç ilginç gelmedi.

“Evet” dedi hala işe yarayacağını düşünerek.

“İyi düşünmüşsün, sen zaten hep iyi düşünürsün, bir de ben iyi düşünmeyi becerebilsem” diye mırıldanırken, O lafımı bölmüş “tamam, yaşadıkların kolay değildi, seni anlıyorum ama sen benim tanıdığım en güçlü kadınsın, bakma öyle pis bir şeye bakıyormuş gibi, karşındaki benim, gerçek hayata dön ya da dönme ben burada olacağım, karşında, yanında nerde istersen” deyip ona daha bir pis pis bakmamı sağladı.

Güçsüzdüm, hem de hiç olmadığım kadar, kimse beni anlamıyordu evet ve üstelik beni anlayanları da ben anlamıyordum, onlar ne yaşamıştı ki beni anladıklarını sanıyorlardı, hele ki ben bile kendimi anlayamazken.

“Bak” dedim, garsonun doldurmasını sabırsızlıkla beklediğim şarap kadehinden büyükçe bir yudum aldıktan sonra.

“Bak, bu aralar en nefret ettiğim şey, seni anlıyorum ama ile başlayıp her hangi bir şekilde biten, herhangi bir cümle. Söyle bana şimdi beni kim, niye anlasın ki”

Sustum, O da sustu.

O,suskunluğunda beni izledi, yan gözle.

Bense içimi dinledim.

“Kendi kendine konuşma lütfen, aklından geçenleri dillendir, ben bunun için buradayım” diye söylenirken, diyeceği başka şey var mıydı bilmiyordum, bu kez lafa giren ben oldum, ötesini berisini düşünmeden.

“on yedi yıldır tanıyorsun beni, seninle tanıştığımda ben yirmi dört yaşındaydım.”

“Biliyorum canım” diye mırıldanmaya başladığında “ beni dinle lütfen” diyerek susturdum O’nu.

“Sana bir soru soracağım ve sen aklına gelen ilk cevabı, üzerinde düşünmeden söyleyeceksin” dediğimde , “Sor ama zor olmasın” diye takıldı, biraz gülümseyen biraz da gergin bir tavırla.

“Sen benim evimin hangi odasındasın?”

“Bu nasıl soru anlamadım”

“Aklına gelen ilk cevabı vereceğine söz vermiştin, hadi cevabını alayım”

“Soruyu anlamadım ki, zaten öyle bir söz verdiğimi de hatırlamıyorum”

“Anlarsın, anlatırım, sen evimin hangi odasında olduğunu söyle önce”

“Seni çok iyi tanırım, bu sorunun altında çok önemsediğin bir mesele yatıyordur mutlaka, meseleyi anlayana kadar susma hakkımı kullanmak istiyorum”

“Susma hakkın yok”

“Var, anlamadığım soruya verdiğim cevap muhtemelen doğru cevap olmayacak, o nedenle sen sorunu anlayacağım şekilde sorana kadar cevap mevap yok sana”

“Pekii o zaman şöyle yapalım; şimdi sen beni bir ev olarak düşün. Dış kapıdan girdiğinde genişçe bir antreye açılan oturma ve yatak odası, salon, mutfak, banyo, tuvalet yani anlayacağın bir evde olması gereken bütün odalara sahip bir evim ben. Buraya kadar anlaşıldı mı?”

“Evet de lafı nereye getireceksin”

“Sorumu tekrar soruyorum ‘sen benim evimin hangi odasındasın’ hadi biraz düşünmen için süre de vereyim sana”

“Cevabı birlikte bulalım mı?”

“Daha neler, senin kendini o evin hangi odasına ait hissettiğini merak ediyorum sadece, yoksa ben cevabı biliyorum”

Oturduğu sandalyede bir iki kıpırdanıp biraz düşündükten sonra tahmin ettiğim cevabı verdi.

“Ben o evin bütün odalarındayım”

Susup gülümseyerek yüzüne baktım.

"Öyle değil miyim sence de?” diyerek verdiği cevabın kabulünü görmek istedi.

Benden cevap alamayınca “doğru cevap bu değil mi?” diye sordu bu kez de.

“Evet doğru cevap bu ama eskiye ait doğru bir cevap”

“Eskimesini sen istedin”

“Ben mi istedim” diye sordum, elimdeki tamamı boşalmış kadehle kendimi işaret ederken.

“Sen istedin evet, ben bütün kapıları açmıştım sana hatırla lütfen ama sen o kapıların hiç birine girmek istemedin”

“İstedim ama istemek yetmedi, açtığın kapılardan birine girseydim, girdiğim kapı tam olarak kapanmayacak aralık kalacaktı, içeri dışarısının pisliği girecekti, yazın sıcağı, kışın soğuğu bir de”

“Korktun sen, sadece korktun”

“Evet, korktum belki de ama boşuna değildi korkularım. Bak korkuyu arkama atmayı başardığım ama iki ay önce bitirmek zorumda kaldığım evliliğime, o evde, dış kapı da sıkı sıkı kapanmıştı üstelik ya da ben öyle olduğunu sanmışım, dışarıdan pislik girmeyecekti, girenleri de ben temizlemeyi başaracaktım,buna inanıyordum, hani ben çok güçlü bir kadınım ya ama olmadı, yine olmadı, temizlemekten yoruldum o evi, ısıtmaktan da,soğutmaktan da. “

Sustuk ikimiz de.

“Şarap bitti mi?” diye sormak için ona baktığımda garsona gelmesi için işaret yaparken buldum onu.

Kadehleri elimize aldığımızda “biterse yenisi gelir” dedi, ima ettiği şeyi anlamamazlıktan geldim.

“İçime yerleştirdiğim kişi, evimin tüm odalarına aynı ölçüde değer vermiyor, böyle olunca da bende değişen bir şey olmuyor, giden gidiyor bana kalansa o evi sil baştan yeniden düzene sokmak, niye bütün bu çabam peki, ee cevap belli, bir başkası gelip her şeyi alt üst etsin diye değil mi”

“Hayat bu zaten, ama herkes kaçmıyor senin gibi”

“Kendine saygı nerde peki; onur, sevgi, güven, ait olma güdüsü, hiç mi gerek yok bunlara”

“Var tabi, ama artık insanlar bütün bunları tek bir kişide bulamayacağını öğrendi”

“Yani her bir duygusal ve bedensel ihtiyaç için ayrı bir kişi bulacağız kendimize”

“Her biri için ayrı ayrı kişi olmayabilir tabi ama ya bunların tamamını aramaktan vazgeçeceksin aynı kişide ya da hepsine ihtiyacın varsa neyi kimde buluyorsan onu onda yaşayıp öyle mutlu olmaya çalışacaksın”

“Oldu” deyip kadehte kalan şarabı bir dikişte bitirdim.

“Olmaz biliyorum, en azından senin için olmaz, sen istiyorsun ki çok seveyim ve aynı ölçüde sevileyim, güveneyim ve bana güvenilsin, saygı ve ait olma güdüsü de çabası, sanıyor musun ki böyle bir ilişki var, yok böyle bir şey anla artık lütfen, ha bak bunları bulacağın birini beklemek istiyorsan sen bilirsin tabiî ki. Öyle bir durumda da hayatın dışında kalıp sadece seyirci olmakla yetinmeyi göze alacaksın, bunu da aklından çıkarma tamam mı canım?”

“Oldu, aa bak bu gün ne kadar uysalım, hep oldu diyorum değil mi?” dediğimde ” ben çok iyi bilirim senin uysallığını” deyip boşalan kadehlerimizi doldurdu yeniden.

“Ne demişti senin bilge ‘elinde kaşıkla bahçeyi dolaşırken, bahçeyi de inceleyeceksin, aklın, gözün sadece o kaşıkta olmayacak’ böyle demişti değil mi?”

“Evet aynen öyle demişti”

“Eline aldığın kaşıktaki dökülürse dökülsün, sen çevrenin güzelliğiyle ilgilen, kaşık senin elinde olmakla sorumluluğu sana ait olsa da mühim değil, dökülen dökülsün, sen yeter ki vicdan yapmamayı bil, hayatın anlamı da bu zaten, bilgenin söylediklerinden çıkarmamız gereken bu değil mi?”

“İçine ettin”

“Ama öyle değil mi? Sen çevrenle ilgilen, sadece elindekine takılıp kalma demiyor mu bilge?”

Sustu yine.

Bir sigara yakıp ben de sustum.

Sigaramı küllükte ezerken “ niye böylesin?” diye sordu.

“Sen niye böylesin?” diye cevap verdim.

“Sevince seviyorum, seviyor olmak yetiyor bana, ne verirse aldığımla yetinmesini biliyorum ben” dedi.

“Ben bilmiyorum, bilmekte istemiyorum, o evin her odasına aynı ölçüde değer verecek biriyle karşılaşana kadar da verilenlerle yetinmeyeceğim. Kimse o eve sadece yemek yemek için, yada misafir odasını, ne bileyim yatak odasını kullanmak için giremeyecek, hiç kimse ama hiç kimse sadece tuvaleti kullanıp pisliğini bana bırakıp gidemeyecek gitse de geri dönemeyecek, sen gel ben de yıkan paklan git, sonra sadece banyoyu önemseyen biri değilmişsin gibi geri gel ve geldiğinde sanki bütün evle ilgiliymişsin gibi karşılanmayı bekle, oldu canım.”

Yüzüme baktı anlamaz anlamaz, dayanamayıp yine başladım konuşmaya.

“Birisi benim hayatıma girecekse, biz şimdi bu hayatı ev olarak tasfir ettik ya ev üzerinden konuşmaya devam edeyim en iyisi, bu eve giren kişi her odanın hakkını verecek anlatabildim mi?”

“Anlatabildin canım, seni zaten anlıyorum da sen beni anlamak istemiyorsun”

“Kim demiş anlamıyorum diye, bal gibi anladım seni. Bırakta bildiğim gibi yaşayayım hayatımı. Sen beni niye sevmekten vazgeçmedin bu kadar yıl, bu kadar kişi niye arkamda, yanımda ben baştan ayağa yanlışsam, ‘her çiçekten bal alırsın, sen kendini ne sanırsın, uslan artık deli gönül’ şarkısını söyleyemiyorum diye mi, yoksa o şarkı benim ağzıma hiç uygun olmadığı için mi?”

“Pes ediyorum” dediğinde oturduğum sandalyeden kalkıp onun oturduğu sandalyenin yanındakine oturup, sol elini avuçlarımın arasına aldım.

“Hadi” dedim “ en azından bu gün senin şu bilgenin dediklerini uygulayıp elimizdeki kaşığa bakmayı bırakalım ve içinde bulunduğumuz bahçenin tadına varalım”

“Olur” dedi kırık bir ses.

Ve kadehler yeniden havada buluştu.

Semiha GÖKTUNA ANKARA-Eryaman 23 Mayıs 2010

posted under |
Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa

Hakkımda

Fotoğrafım
1968 Çanakkale doğumluyum.Halen Ankara'da yaşıyorum ama en büyük özlemim İzmir'e yerleşmek.Orda renk renk sardunyalar ve salıncakla tatlandırılmış kocaman balkonu olan bir evin beni beklediğine inanıyorum.Derin yaralar aldığım kazalarım oldu. Ama hayata dört elle sarılabilme yeteneğim sayesinde atlattım. Gülebiliyorum hala, birileri benimle gülebiliyor,acıkıyorum, susuyorum, uykum geliyor, özlüyorum, sessizce, umutla ve gülümseyerek daha iyi günlerin gelmesini bekliyorum, sevme yeteneğimi kaybetmedim henüz ve kaybetmeye de hiç niyetim yok, inanıyorum önce kendime sonra kendine inanan herkese. Bunlar az şey mi? Bence herşey, sizce de öyle değil mi?

İSTERİM HERŞEY GÖNLÜMÜZCE OLSUN, YA DA OLAN HERŞEYİ GÖNLÜMÜZ KABUL ETSİN.ÖNEM VERDİĞİMİZ HERKES UZANABİLECEĞİMİZ KADAR YAKINIMIZDA OLSUN, BU KADAR YAKINLIK İSTEMİYORLARSA BİZİMLE, UNUTABİLECEĞİMİZ KADAR UZAĞIMIZDA OLSUN. İSTERİM Kİ HAYATIMIZA GİREN HER ŞEY MİDEMİZE GİREN BİR KURU LOKMA KADAR DEĞERLİ OLSUN...

Bu Blogda Ara

Followers


Recent Comments